DİKTATÖRLÜKTEN ÇIKIŞ SÜREÇLERİ

Yavuz Alogan

          Şili’nin diktatörü Augusto Pinochet devlet başkanlığını kaybettiği seçimlerde (1989) yüzde 44 oy aldı. Yirmi yıldır hüküm süren bizim Saray’ın -benzetmek gibi olmasın- yüzde 30’larda seyreden oy oranı nedense bize fazla geliyor.

         Pinochet 1973’te darbeyle devleti ele geçirip anayasayı feshetmiş, Sosyalist Başkan Allende’yi öldürmüş, 3000 siyasî önder ve sendikacıyı kurşuna dizdirmişti. Sonrasında binden fazla insan “kayboldu,” on binlerce kişi işkenceden geçirildi, bir o kadarı ülkeden sürüldü.

         Pinochet, iktidarı ele geçirdiğinde, tıpkı 24 Ocak Kararları’nın üstüne oturan Kenan Evren (1980) ve “Derviş Reformları”nı  sürdüren  Recep Tayyip Erdoğan (2002) gibi iktisadî dönüşüm programını masanın üzerinde buldu.  Ekonomiyi Milton Friedman’ın tezgâhından geçen “Chicago Boys”a teslim etti, kamusal olan her şeyi yok ederek ülkesini neoliberal iktisat politikalarının deney çiftliğine dönüştürdü.

         On altı yıl iktidarda kaldı. 80’li yılların başında deneyin başarısız olduğu anlaşıldı. Şili ekonomisini sarsan iktisadi kriz olmasaydı, Pinochet belki de ölene kadar Saray’ında oturacaktı. Şili  halkı nihayet ekonomi ile demokrasi arasındaki bağlantıyı keşfetti ve siyasî toplum harekete geçerek 17 partiden oluşan bir Demokratik İttifak kurdu. Aralık 1989 seçimlerinde İttifak’ın adayı Patricio Aylwin oyların yüzde 56’sını alarak devlet başkanı oldu. Yeni başkan Hıristiyan Demokratlar’ın adayıydı. Dönüşen toplum sağa kaymış ve orada durmuştu. Gene de Pinochet’nin yüzde 44 oyu nasıl aldığı anlaşılamadı. Kendisi 1998’e kadar Genel Kurmay Başkanı olarak kaldı. Hâlâ güçlüydü. Anayasa’ya bir madde koydurarak “ömür boyu senatör” oldu.

         Şili siyasî toplumu normal seçimlerle oluşan parlamentonun anayasa yapamayacağını 2020’de idrak edebildi ve bir Kurucu Meclis’in hazırladığı yeni anayasa, ancak 2022’de, askerî cuntanın 1980 anayasasının yerini aldı.

          Elbette, daha hızlı ve kestirme geçiş süreçleri de oldu. 1951’den beri Portekiz’i Afrika’daki sömürgeleriyle birlikte kasıp kavuran Salazar diktatörlüğünü Pinochet’nin faşist darbesinden bir yıl sonra (1974) deviren, eski tip sömürgeciliğin tabutuna son çivileri çakan “Karanfil Devrimi” buna örnektir. “Yüzbaşılar Hareketi”nin önderlik ettiği askerî darbenin, Eurovision Şarkı yarışmasının bile rol oynadığı yaratıcı tekniği de ilginçtir. Halkın desteği ve siyasî sonuçları bakımından Karanfil Devrimi’nin bizdeki 1960 Devrimi’ni andıran bir yapısı vardır. Elbette bir kurucu meclis ve yeni bir demokratik anayasayla sonuçlanmıştır.

         Buna karşılık İspanya’nın Franco faşizminden kurtulması çok zor olmuştur. Ardında yarım milyon ölü, bir milyondan fazla sürgün bırakan İspanyol İç Savaşı’nın (1936-39) ardından kurulan Franco diktatörlüğü ülkeyi 36 yıl yönetti. Ülkede anayasa yoktu. Ne bir siyasî parti, ne sahici sendikalar ne de özgür basın vardı. Yirmi kişiden fazla yurttaşın toplanması izne tabiydi.

         İktidara hâkim olan Falanj Partisi, diktatörün ölümünden dört gün sonra Juan Carlos’u tahta çıkardı. İç Savaş döneminin güçlü komünist, sosyalist ve anarko sendikalist hareketlerinin canlanmasından korkan ABD, İspanyol “demokratikleşmesi”ni Kral ve Falanj artıklarıyla sürdürecekti. Falanjistler, kısmî serbestliğe razı olanlar ile rejimi sürdürmek isteyenler arasında bölündü. AAA (Apostolik Anti-Komünist İttifak) örgütü suikast ve katliamlara başladı.

         Buna rağmen, 1976 referandumuyla rejim değişti, çift meclisli parlamento kabul edildi, çok partili hayata geçildi, sendikalar yasallaştı, grev hakkı kabul edildi. 1978 Anayasası’nı yapan İspanyol Kurucu Meclisi’nin adı  Constituent Cortes (Anayasal Meclis) idi. Fakat bugünkü demokratik rejime ancak Sivil Muhafız teşkilatının komutanı faşist Yarbay Antonio Tejero’nun 23 Şubat 1981 günü iki yüz adamıyla Cortes’i basmasından sonra geçildi. Darbe sırasında Kral televizyona çıkarak anayasaya bağlı olduğunu ilan etti, belli başlı askerî garnizonlar kralı destekledi ve böylece İspanya, Franco’nun ölümünden altı yıl sonra diktatörlüğün bütün kalıntılarını tasfiye eden bir yola girebildi.

         Bu dramatik örneklerden, diktatörlüğe bir kez teslim olan ülkelerde demokrasiye ancak kesintili ve evreler hâlinde geçilebildiğini, her evrenin kendi şartları içinde dikkatli, örgütlü ve özverili bir mücadeleyi gerektirdiğini anlıyoruz. Bizim Saray Rejimi’nin eksik diktatörlük teşebbüsü elbette bu örneklerle kıyaslanamaz fakat bizde de mevcut rejim değişirken benzer, belki de daha vahim süreçlerden geçilecektir.

         Kıssadan kendimize hisse çıkarmamız gerekirse, biri iyi, diğeri kötü iki yorum yapabiliriz.

         İyi olan şudur ki Saray Rejimi, ideolojik hegemonyası kusursuz bir diktatörlük kurma şansını kaybetmiş, din devleti kurma denemesinde başarısız olmuş, milletin tamamını ümmete dönüştüremeyeceğini anlamıştır. Yoksullaştırarak, ulusal kimliği bozarak, Araplaştırarak, zengin tarikat ve cemaatlerin her türlü şımarıklığına göz yumarak ülkeyi dönüşü olmayan bir yolda kendine mecbur etmeye çalışıyor olsa da, denetleme ve yönetme yeteneğini kaybetmiştir.

         Kötü olan ise siyasî toplumun Cumhuriyetçi kesiminin  Aydınlanma ideolojisiyle demokrasiyi birleştiren alternatif bir program ve kitlesel bir millî anayasa hareketi yaratamamış, Kurucu Meclis’i öngören bir bakış açısı geliştirememiş olmasıdır. Halk hareketinden ödü kopan muhalefet partileri yolsuzluk, pahalılık ve mafyalaşma konularında feryat etmekle birlikte, kendilerini Saray’ın ideolojik etki alanından ve iktisadi programından ayıramamışlardır.

         Anayasa’nın ve kanunların işlemediği, potansiyel iç savaş güçlerinin şanslarını denemeye hazırlandıkları, kaotik, kesintili, inişli çıkışlı bir alacakaranlık kuşağından; bir tür “interregnum”dan, yani Saray Devleti çökerken yeni bir devlet yapısının henüz ufukta görünmediği tehlikeli bir ara evreden geçeceğimiz anlaşılmaktadır. Veryansın, 29.07. 2022