Yavuz Alogan
Kapitalizmin dönemsel (devrevî) krizleri savaşlara yol açar. Ekonomisi büyüyen, daha fazla enerji kullanan güçler yeni pazarlara ulaşmak, fosil yakıt kaynaklarını ele geçirmek, ticaret yollarını denetlemek için önce silahlanırlar, sonra bloklaşırlar ve nihayet savaşa tutuşurlar.
Yeni bir dünya düzeni kurmak, insanlığı kurtarmak ve yüceltmek, yüksek milliyetçi ideallerle hak ve toprak taleplerinde bulunmak, başka ülkelerin sınırları içinde yaşayan ırkdaşları birleştirmek gibi bahanelerin altında büyük devletlerin zenginleşme ve hükmetme ihtirasları yatar.
Bir savaş sona erdiğinde askerî uzmanlar ve akademisyenler bir sonraki olası savaşa ilişkin analizlere başlarlar; geçmiş çatışmalardan ders çıkararak savaşa yol açan kriz örüntülerini (patterns) saptamaya, teorileştirmeye çalışırlar. Savaş teknolojileri barış zamanlarında geliştirilir ve bir sonraki savaşın strateji ve taktiklerini belirler. Büyük güçlerin çabası her zaman gelecek savaşta karşılaşacakları düşmanı önceden saptamaktır. Buna “tehdit değerlendirmesi” denir.
Yeni bir emperyalist gücün ortaya çıkması mevcut emperyalist güçte tehdit algısı ve korku yaratır. Amerikalı akademisyen Graham Allison, tarihte bu şablona uyan, on ikisi büyük savaşlara yol açan on altı durum saptamış ve bu örüntüye “Tukidides Tuzağı” demiştir.
Tuzağı keşfeden tarihçi Tukidides MÖ 5. yüzyılda Atina ile Sparta arasında yıllarca süren, büyük yıkıma yol açan Peleponnes Savaşı’nı yazarken, “Atina’nın yükselişi ve bunun Sparta’ya aşıladığı korku savaşı kaçınılmaz kıldı,” demiştir. Tukides, kapitalizmin dönemsel krizlerinden, pazar paylaşımı ve kıt enerji kaynakları gibi durumlardan doğal olarak haberdar olmadığı için, devletler korku ve tehdit algısının yarattığı tuzağa düşmezlerse savaştan kaçınmanın mümkün olacağını düşünmüştür. Ancak bu eksiklik “Tukidides Tuzağı” hipotezinin evrensel değerini azaltmaz.
Nitekim ABD, 1991’de Sovyetler Birliği dağılınca kendisine potansiyel bir “Tukidides Tuzağı” aramaya başladı. 9/11’den sonra doğrudan hedef aldığı İslamî terörizm, dolaylı olarak yok etmeyi amaçladığı Arap Baas milliyetçiliği, Yankee emperyalizminin boy ölçüşeceği “eşdeğer” rakipler değildi. Amerikalı, geleceğin düşman gücü olarak önce Japonya’yı gözüne kestirdi.
Tarihçi Paul Kennedy’nin 1987’de yazdığı Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü bu konuda gerekli analizi sağlıyordu: ABD ekonomik olarak zayıflarken, imalat sektörü temelinde muazzam bir ekonomik performans gösteren Japonya hızla yükseliyor, kendi bölgesel pazarlarını yaratıyordu. Askerî strateji uzmanı İngiliz akademisyen Lawrence Freedman, buradaki mantığın II. Dünya Savaşı’na ve Japonların Pearl Harbor baskınına yol açan mantıkla aynı olduğunu saptadı (Lawrence 2017, s.265, Penguin UK). Hatta o sırada (1991) George Friedman ile Meredith Lebard, The Coming War with Japan (Japonya’yla Yaklaşan Savaş) başlıklı bir kitap yazarak, Avrupa korumacı mantığını sürdürdükçe Japonya’nın ABD’yi dışlayarak kendi bölgesel pazarını yaratmak zorunda kalacağını ve ABD’nin buna askerî olarak karşı çıkacağını iddia ettiler.
Batı emperyalizminin strateji uzmanlarının o sırada göremedikleri gelişme, Japonya’nın imalat teknolojisini Komünist Parti yönetiminde hızla kapitalizme geçmek için sabırsızlanan Çin’e aktarmakta oluşuydu.
Ekim 1978’de Deng Şiaoping 2000 yıldır Japonya’yı ziyaret eden ilk Çinli lider olmuştu. Çalışanların haklarını güvence altına alan “Demir Pirinç Kâsesi”ni kırarak tarım kolektiflerini yok etmeyi, sanayi merkezlerine ve serbest bölgelere sürülen emekçileri yabancı kapitalist şirketlere aşırı derecede sömürtmeyi amaçlayan “Dört Modernleşme” programını 1980’lerde ÇKP’ye kabul ettirecek olan Deng Şiaoping, Japonlardan modern teknoloji ve işletme yöntemleri hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordu.
Deng, Japonya’da, “Çin halkı, üzerine sadece güzel giysiler giyerek güzelleşmeye çalışan çirkin bir insanın yaptığını yapmayacak,” dedi. “Geride kalmış bir ülkeyiz ve Japonya’yı örnek almamız gerekiyor.” (akt. Ezra Vogel 2017, s. 305, ModusKitap).
Çin gezisi sırasında Deng, Kimitsu Çelik fabrikası ile Matsusita fabrikalarında incelemelerde bulundu. Japonlar teknik imalat bilgilerini ve işletme yöntemlerini Çinlilere verdiler ve Japonya’daki fabrikaların birebir kopyası Çin’de üretime başladı (Vogel, agy). O sırada ÇKP’nin 31 Ocak 1979’da toplanan Üçüncü Plenumu ilk yabancı sermaye yatırımına onay vermişti. Dünyanın bütün kapitalist çok uluslu şirketleri bu yeni ucuz emek cennetine üşüştü, Çin ekonomisi yılda 12-13 oranında büyümeye başladı; sermayenin getirisi Çin’de 30 ile 40, ABD’de ise yüzde 7 kadardı (W. Greider 2003, s. 211, İmge KY)
“Çin tipi sosyalizm” denilen bu kapitalist karma ekonomi modeli sayesinde Çin zamanla ticaret yollarını ele geçirmeye, sermaye ihraç etmeye, kendi halkının refahını artırmak için dünyanın az gelişmiş bölgelerinde ucuz işgücü aramaya başladı ve nihayet bütün dünyada ulus-devletlerin neo-Keynesyen iktisat politikası arayışına girdikleri bir sırada küreselleşme bayrağını devraldı.
Bu arada Ortadoğu’yu dağıtan, İslamî terörizmle uğraşan ve Japonya’yı “eşdeğer rakip” olarak gören ABD, ansızın yükselen Çin karşısında dehşete kapıldı ve “Tukidides Tuzağı”nın dibine düştü.
ABD, 1991’den sonra oligarşik yağmacı burjuvaziye yaslanan eski KGB yöneticilerinin Rusya’yı Ortodoks Rus Çarlığı modelinde yeniden toparlayıp sınırlarını genişletmeye, sürekli genişleyen ve üstüne gelen NATO’yu bölmeye, enerji kaynaklarını kullanarak Avrupa’yı ABD’den ayırmaya çalışacağını, nükleer cephaneliğini kullanarak genişleyen Batı ittifakını tehdit edebileceğini de hesaplayamadı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünü de öngörememişti.
Şimdi “Tukidides Tuzağı”na düşmüş bir ABD, emperyal güç olarak “dolaylı tutum” stratejisiyle savaştan kaçınarak ABD’nin yerini almaya hazırlanan bir Çin ve Ukrayna fiyaskosu yüzünden gururu kırılmış tehlikeli bir nükleer güç olarak Rusya var.
Üçünün de büyük insanlığa ve onun geleceğine zerre kadar faydası, vahşi ve bencil (kendi halkının refahını son tahlilde mevcut iktidarı ayakta tutabilecek kadar gözeten) kapitalizmden başka bir ideolojisi yoktur. Yarattıkları tablo tipik bir emperyalist paylaşım savaşının bütün özelliklerini taşımaktadır. Bu savaşın II. Dünya Savaşı gibi “kesin sonuçlu” bir savaş olarak neticelenme olasılığı çok azdır.
Nükleer dünya savaşını önleyecek olan, Çin’in kadim bilgeliği ve Avrupa ülkelerinin tarihsel tecrübeleridir. Büyük güçlere, reel politiğin gerektirdiği ölçüde mesafeli duramayan zayıf ulus-devletlerin geleceği yoktur. Büyük güçlerden birine yaslanarak politika geliştirmeye çalışan, onların düdüğünü öttürerek propaganda yapan siyasî oluşumlar ise kendi vatanlarına ihanet etmiş olurlar.
Sürecin nasıl gelişeceği, ittifakların nasıl değişeceği, safların nasıl bozulup yeniden oluşacağı kesinlikle öngörülemez. Her tekil ülke halkının sosyal refah devleti arayışı yeni ideolojik oluşumlara, kapitalist emperyalizmle mücadele programlarına; en önemlisi, kendiliğinden başlayan büyük kitle hareketlerine yol açacaktır. Yoksulu kurtaracak olan kendi kollarıdır.
Toplamda görülen kargaşa, çevre felaketlerini önleyecek, nüfus artışını ve göçmen/sığınmacı akınlarını durduracak ve nihayet nükleer silahları imha edip yeniden üretilmelerini yasaklayacak, eşitlikçi bir yeni dünya düzeni kuruluncaya kadar devam edecektir. Veryansın, 22. 07. 2022