DEMOKRATİK-TİK LİBOŞLAR CEPHESİ

Yavuz Alogan

Bir yanda ülkeyi İslam Şeriatı’yla yönetmek isteyen laiklik ve Aydınlanma düşmanı Saray iktidarı bizzat kurduğu sistemi “sıfırdan” yeni bir anayasayla yerleştirmeye, bir seçim daha kazanarak hedefine yaklaşmaya çalışıyor.

         Öte yanda işbirlikçi demokratik-tik muhalefet, Türkiye’yi Batı emperyalizminin uydusuna dönüştürerek dış politikada her türlü tavizi vermeyi, etnik ve mezhebi bölünmeleri emperyalizmin yeni “insan hakları” tanımına uygun biçimde derinleştirmeyi amaçlıyor.

         Elbette bunlar her türlü pazarlığa, mutabakata açık geçişken yapılar. Başka deyişle, “bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, ortada su şişesi” tarzında belirgin bir ayırım yok. İlişkiler karmaşık; iç ve dış bağlantılarla sürüyor ve yeni anayasa tartışmalarında odaklanma, ülkeyi biri gerici-işbirlikçi, diğeri liberal-işbirlikçi anayasalar çevresinde kutuplaştırma eğilimi taşıyor.

         Anayasa söz konusu olduğunda soru şudur: mecliste çoğunluğu ele geçiren bir partinin ya da partiler grubunun “sıfırdan” anayasa yapmak gibi meşru bir hakkı var mıdır?  Her siyasî iktidar kendi anayasasını yaparsa, Devlet’in sürekliliğinden, hatta bizatihi devletin varlığından söz edilebilir mi?

         Saray ile siyasî partiler arasında pazarlığın nasıl yapıldığını, kapalı kapılar ardında ne konuşulduğunu, RAND Raporu’nda Saray’a üstü kapalı biçimde verilen iktidarı devretme karşılığında yargılanmama güvencesine hangi partinin ya da hangi siyasilerin aracılık ettiğini, Saray’ın MHP’yi silkeleyip İYİP’le iş tutmak isteyip istemediğini elbette bilemeyiz. Dedikodu temelinde analiz yapılmaz.  Göreceğiz…

         Dışarıdan dayatılan başkanlık rejiminin vidaları biraz gevşetilerek yerleşmesi için   neoliberal bir restorasyon arayışı olduğunu, bunun ABD-AB tarafından dayatıldığını, AKP dahil bütün partilerin ve siyasî şahsiyetlerin bu yönde dört nala koşmaya başladıklarını, yarışın ileriki evrelerinde tozu dumana katacaklarını belirtmekle yetinebiliriz. İpi göğüsleyen özlenen restorasyonu gerçekleştirecek, sistemi yerleştirecek.

         CHP-HDP’yi ve yeni ortaya çıkan Demokrasi Konferansı gibi oluşumların demokratik-tik çağrısını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

“Demokratik” sözcüğünün sonuna “tik” eklememizin sebebi, içeriği boşaltılan demokrasi kavramının insan bedeninde bir kas kümesinin istemsiz hareketinden oluşan tiklere dönüşmüş olmasıdır. Bu tiki özellikle PKK’nin ve HDP sosyetesinin bütün yazılarında ve söylemlerinde görebiliriz. Bunlar her lafın başına bir “demokratik” sözcüğü koyarak “tik”e süreklilik kazandırmışlardır. Dolayısıyla “demokratik” sözcüğünü gördüğümüz ya da duyduğumuz her yerde dikkat kesilmeliyiz. Gerçek demokrasi ile demokratik “tik”i ayırt etmeliyiz.

Bunların “demokratik-tik”ten anladıkları, son tahlilde, üniter devletin federal devlete dönüşmesi, giderek kendi güvenlik ve yasama organları olan yerel parlamentoların kurulması, bütün anadillerde eğitimin başlatılması ve Devlet’in en az iki dilli olması, bütün etnik ve dini gruplara örgütlenme ve ifade özgürlüğünün verilmesi, Cumhuriyet’in bütün Devrim Kanunları’nın geri dönüşü imkânsız biçimde imha edilmesidir. Emperyalist kapitalist dünya sisteminin son 30 senedir azgelişmiş bütün çevre ülkelere dayattığı “demokratik-tik” çözüm bundan ibarettir. Bu çözümün en vahim sonuçlarını Irak’ta, en trajik örneğini Yugoslavya’da gördük.

Oysa ancak “yurttaş”ın etnik mensubiyetini, dinini mezhebini görmeyen, toplumsal sınıfların ve meslek gruplarının sendikalarda ve derneklerde serbestçe örgütlenmesinin yolunu açan, bütün kurumları birbirini denetleyen, kuvvetler ayrımı ilkesinden şaşmayan, halkın bütün kesimlerinin parlamentoda yer almasını sağlayacak  bir Siyasî Partiler Kanunu’yla gerçek temsili sağlayan, kilit sektörlerden başlayarak özelleştirilmiş bütün iktisadî kurumları kamulaştıran, üniversiteleri özerk, öğretimde tedrisatı tevhit edilmiş, medya kurumları sermayeden tam bağımsız, arkasında sağlam bir muhafız gücü olan laik  bir anayasal devlet “demokratik” sıfatını hak edebilir. 1961 Anayasası Türkiye’ye bu imkânı vermişti.

Neyse, konuyu dağıtmayalım…

“Çağrıcılar”dan Zülfü Livaneli’nin çıkışı ortalığı karıştırdı.   Restorasyonun yakın olduğu düşüncesiyle şahsına bir rol kapmak için telaşla öne atıldığını görüyoruz. Sanki birileri ona “Güneş topla benim için” demiş gibi davranıyor.  Fakat sözlerini dikkatle okuduğumuzda, ne kadar yurtsever, ulusalcı, Kemalist varsa hepsini tasfiye eden Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine bile tahammül edilemediğini dehşetle fark ediyoruz. Sayın Livaneli, Deniz Baykal’a saldırarak CHP teknesinin dibini kazımaya, İnönü’den Ecevit’e kadar partinin bütün geçmişini mahkûm etmeye çalışıyor.  

Oysa Sayın Baykal neoliberal çağa ayak uydurmak için elinden geleni yapmış, çarşafa rozet takmış, Kürt raporları hazırlamış, geç andropoz çağında imajını yenilemek için Ricky Martin müziği eşliğinde ışıklar ve konfetilerle zıplayarak sahneye çıkmıştı. Ona herhalde “devlet adamı” kimliğini üzerinden atamadığı için kızıyorlar.

Livaneli, meydanı boş bulduğu için gayet rahat konuşuyor. Duvar Gazetesi’ne (03. 07. 21) verdiği mülakatta, “Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve HDP’nin sağduyulu siyaseti Türkiye’ye iyiye doğru tarihi bir adım attırdı,” diyor. Fakat “CHP’nin Baykal gerçeğiyle hesaplaşması şart” dediğine göre, CHP’nin attığı adımı yeterli görmüyor. Meral Akşener’i de seviyor. Meral Hanım detone türkücünün yazdığı kitabı okumuş da ona telefon edip sizin soldaki hastalıklardan bizim ülkücü camiada da var demiş. Empatiye bakar mısınız? Bunlar iz sürüp arkalarını koklayarak birbirlerini buluyorlar…

Sonuç olarak, neoliberal işbirlikçiler ile gerici işbirlikçilerin CHP konusunda mutabık kaldıklarını anlıyoruz. Birinci grup, CHP kendi tabanını yeterince dönüştüremediği, geçmişinden tamamen kopamadığı için yakınıyor, partinin HDP’yle bütünleşmesini, kadrolarını yenilemesini, tamamen başka bir şeye dönüşmesini istiyor. İkinci grup ise CHP’yi “vesayet”in son kalıntısı olarak görüyor ve onu siyaset alanının en dış çemberine sürmeye çalışıyor.

Burada durup Yalçın Küçük’ü saygıyla anıyoruz. Bir keresinde kalpağını düzeltip kızıl atkısını savurarak şöyle demişti: “Livaneli’yi ben hiç bir zaman bir sanatçı olarak düşünemedim. Bana hep bir tüccar olarak göründü; soldan yetişmiş büyük tüccarlardan birisidir. Sanatta değil ticarette ustasının Yaşar Kemal olduğunu biliyorum.” (“Ve çeliğe su…”, Yeni İnsan, Şubat 1994).

Açık konuşan, sinsi ve çıkarcı olmayan insanlara ihtiyaç var. Livaneli gibi birinin kendisinde istikamet verme cüretini bulduğu bir “sol” ne kadar soldur diye düşünmek de gerekir.  Sol’un bulunması gereken yerde açılan derin ideolojik boşluğu HDP sosyetesi ile liberal işbirlikçiler doldurdu. Demokratik-tik liboş entel-danteller cephesi AKP sonrasına hazırlanıyor…

Halkın bağrından bir Kurucu İrade çıkararak mevcut parantezi kapatıp tarihsel sürekliliği sağlayacak, bütün toplumsal sınıfları temsil eden bir Kurucu Meclis’le yeni bir anayasa yaparak laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti kuracak bir devrimci atılıma ihtiyaç var.  Aksi hâlde bu ülke en kötü durumda bölünür, parçalanır, hatta işgal edilir; en iyi durumda ise güçlü devletlerin demokratik-tik bir sömürgesi olur. Yazık olur! Veryansın, 09. 07. 2021