ÜZERİNE LİMON SIKILMIŞ HELVA

Yavuz Alogan

         Yıllar önce emekli bir korgeneral önceden kararlı bir tutum belirleyerek Amerikalılarla masaya oturan siyasilerin her defasında “üzerine limon sıkılmış helva” gibi masadan kalktıklarını söylemişti.

         Sayın Reis’in NATO zirvesiyle ilgili konuşmasını izlerken bu metafor aklıma geldi. Helvanın önce 45 dakika, ardından 1,5 saat içinde ne kadar limona maruz kaldığını, erimenin yaratacağı muhtemel sonuçları düşündüm.

         Türkiye’nin Sayın Başkanı, dünya medyasının önünde Ermeni sorunu “Hamdolsun hiç gündeme gelmedi” diye sevindi. NATO’nun güvenlik şemsiyesine Karadeniz’i katarak “stratejik ortaklığımız var” dediği Rusya’yı öfkelendirdi. Afganistan’da “taşın altına elini koyma”ya hazır olduğunu ilan etti. “Küresel sınamalar” karşısında NATO’nun “daha etkin inisiyatifler üstlenmesi”ni istedi. PKK/PYD, DEAŞ, FETÖ terör örgütlerine karşı mücadelede yalnız bırakıldığımızı belirterek yakındı. Herhangi bir konuda küçücük de olsa rezerv koyduğuna dair tek bir imada bile bulunmadı.

         Küresel ekonomi ve finans alemini yönlendiren Financial Times’ın kapağında Reis’i Biden’ın elini öpüyormuş gibi gösteren saygısız fotoğraf Türkiye’de herkesin tepkisine yol açtı.    Bu emperyalist yayın organının bu küstah cesareti nereden bulduğu, ne demek istediği, kime ne mesaj verdiği fazla sorgulanmadı.

         Tarihimize haksızlık etmeyelim. Tanzimat paşalarını, 12 Mart ve 12 Eylül generallerini bir yana bırakırsak, İttihat ve Terakki’den bu yana Devlet’i yönetenler en ağır dış baskılara direnmeyi başarmışlar, limon sıkılmış helva gibi erimeden millî davaları savunmuşlar, tezlerini müdafaa etmişlerdir.  

Kıbrıs politikalarında Türkiye’ye zemin sağlayan Zürih Antlaşması’nı (1959) kotarmak, 1974’te ABD’nin baskılarına rağmen haşhaş ekimini yasalaştırmak, yine 1974’te  Kıbrıs’a asker çıkarmak, ABD’nin silah ambargosuna karşı 1975’te ABD üslerini kapatmak ve 12 Eylül darbesine kadar kapalı tutmak, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1963-67) öngörülen temel sanayi projelerinde Sovyetler Birliği’nden teknik ve mali yardım almak, Soğuk Savaş’ın zirvesinde  SSCB Başbakanı Kosigin’i Türkiye’de ağırlamak (1966),  Montrö Sözleşmesi’ni savunarak Karadeniz’in bir NATO gölü olmasını önlemek kolay işler değildi. Diplomatik incelik gerektiren bu türden direnişler Ortak Pazar perspektifi kaybedilmeden, NATO ve Avrupa ülkeleri karşısında özgün Türk tezleri savunularak  yapıldı. Laikliğin korunması sayesinde Türkiye asla “Medeniyetler Çatışması”nın tarafı olmadı; kendisini her zaman evrensel uygarlığın parçası olarak, “muasır medeniyet seviyesi”nde tanımladı.

         Peki bütün bunları nasıl yapabildiler?

         Neticede “az gelişmiş,” kibar ifadeyle “gelişmekte olan,” yarı-bağımlı bir üçüncü dünya ülkesiydik. Fakat buna rağmen “planlı iktisadî ve toplumsal kalkınma” hedefimiz vardı.  Hükümetler Devlet Planlama Teşkilatı’nı dikkate alıyorlardı. Yargı sıkıyönetim dönemlerinde bile şimdiki duruma kıyasla hukuk devleti ölçüleri içinde bağımsızdı. Hükümetin ve parlamentonun dikkate almak zorunda olduğu politikleşmiş sendikalar, meslek kuruluşları, kooperatifler, ne yaptılarsa AKP’ye kadar özerkliğini tamamen yok edemedikleri üniversiteler ve TRT vardı.

         Ve en önemlisi, bugünden baktığımızda anlıyoruz ki parlamenter bir sistem vardı. Askerî darbelerin yol açtığı kesintiler en fazla üç yıl sürmüştür. Parlamento her zaman halkla ve hükümetlerle organik ilişki içinde olmuştur. Diplomatik konularda zorlanan devlet adamı “Ben bu durumu parlamentoya izah edemem” dediği zaman noktayı koymuş oluyordu.  Hükümet işverenlerin ölçüsüz taleplerini “sendikalar beni topa tutar” diye geri çevirebiliyordu.  

AKP bütün kazanımları ve kurumları yok ederek, gelenekleri kökünden söküp atarak düveli muazzama için düşünülebilecek en kullanışlı yönetim sistemini yarattı.  Saray’daki başkan ve adamları dışarıdan gelecek her türlü baskı, şantaj ve komplo karşısında tek başlarına savunmasız kaldılar.

Geçmişte siyasî partiler oy kaygısıyla sapıttıkları, Devrim Kanunları’na ters düştükleri zaman askeriye tarafından hizaya sokuluyorlardı. Askeriye’nin Cumhuriyet Devrimleri’ni muhafaza ve müdafaa ilkesi TSK’nın CIA marifetiyle tasfiye edilmesine kadar etkili oldu. 12 Eylül cuntası bu tasfiyenin temellerini 1980’de atmıştı. Buna rağmen   en muhteris iktidar partisi bile Dışişleri Bakanlığı’nın, Genel Kurmay’ın uzmanlarıyla birlikte çalışmak, Yargı’yı dikkate almak zorunda olduğunu biliyordu. Basın bağımsızdı, iktidarın borazanı olmadan hayatın her alanında denetleme görevini yapabiliyordu.

         1961 Anayasası’nın getirdiği kurumsal yapı 1980’e kadar varlığını sürdürdü. Kimse Türkiye’yi emperyalizmin elini öpüyormuş gibi göstermeye, aşağılamaya kalkışmadı. Devlet’in kurumsal kimliği saygı görüyordu.

         Demek ki şimdi çözüm vaktidir.

         AKP’nin kurduğu rejimin sınırları içinde kalınarak reform yapılamaz. Siyasî iktidarın bizzat yarattığı ve beslendiği bataklığı kurutması, hatta kendi durumunu izah edebilmesi bile beklenemez. Siyaset-tarikat-mafya üçlüsünün kendiliğinden çözülmesini ya da gökten zembille bağımsız bir yargının inmesini beklemek çürümenin ve çözülmenin bütün topluma sirayet etmesine yol açacaktır. Devlet’in siyasî kimliğinden tamamen arınarak kurumsal kimliğini yeniden kazanması gerekir. Bunu ancak bir Kurucu Meclis yapabilir.

         O zamana kadar Türkiye’nin telafi edilemeyecek kadar ağır jeostratejik kayıplara uğramamasını, siyasî iktidarın halk arasında kışkırttığı çelişkilerin büyük felaketlere yol açmamasını ancak temenni edebiliriz.  Dışarıda limon sıkılmış helva gibi gevşerken, içeride “biz bu yola kefenimizi giyip çıktık” diye efelenen, Sedat Peker’in bile tersyüz edip afallattığı bir iktidar kadrosuyla Türkiye nereye gidebilir?  Veryansın, 18. 06. 2021