TOPLUM VİCDANI

Yavuz Alogan

         Şu ana kadar toplamda ne öğrendik?

         Ülkeyi siyaset-tarikat-mafya üçgeninden oluşan bir tür oligarşinin yönettiğini zaten biliyorduk.  

Saray’ın mevcut yasalara uymadığını, yarattığı fiili duruma uygun  anayasa yaptığını, kurduğu sistemin sırf referandumlarla onaylandı diye muhalefet partileri tarafından meşru kabul edildiğini görmüştük. Bunun yanı sıra nepotizmi (akraba ve adam kayırma), klientalizmi (sosyal gruplara menfaat sağlayarak oy toplama), bölgeciliği (sistemin kilit noktalarına Karadenizli hemşerilerin yerleştirilmesi) fark etmiştik.

         Sistemin en tepesinde dış güçler karşısında gayet kırılgan  bir dava adamının yer aldığını fakat toplumun en gerici kesiminin baskısı altında çevresindeki SETA unsurları, Pelikancılar ve benzer gruplar tarafından yönlendirildiğini, şu sıralarda ekonomik ve pandemik kriz yüzünden karizmasının hızla zayıfladığını, çıkar gruplarının davayı   yozlaştırdığını, dava görüntüsü altında memleketin yağmalandığını neredeyse çıplak gözle görmüştük. Servetin el değiştirdiğini, kara paranın aklandığını, halkın parasının havuzlarda toplanıp çalkalanarak yandaşlara dağıtıldığını, Hazine’nin ve devlet bankalarının iktidarın kasası gibi kullanıldığını da az çok fark etmiştik. 

         Peki Sedat Peker’in açıklamalarından önce neyi bilmiyorduk?

         Siyasî iktidarın kendi içinde bu kadar güçsüz ve zavallı olduğunu bilmiyorduk.

Kendi mafyasına söz geçiremeyen, bir kamera bir tripod karşısında dut yemiş bülbüle dönen, ne yapacağını şaşıran bir siyasî iktidar olabilir mi? Parayla güç edinme dışında hiçbir kaygısı olmayan bir mafya reisi her hafta milyonlarca yurttaşa hitap ederek, bakanlara, milletvekillerine, yargıçlara, polis şeflerine, medya unsurlarına “Lan vallahi namussuzsunuz lan siz!” diye hakaretler yağdırıyor.

Tamam, olabilir, adam istihbarat örgütlerinin eline geçmiştir ya da geçecektir, Reis’i açığa düşürmek için Biden’a malzeme sağlıyordur.  Fakat bir Devlet böyle bir tongaya nasıl düşer?  Saray istihbaratının içeriden karartıldığını ya da yönlendirildiğini anlıyoruz.

Şimdi ne yapacaklar? Sırp kiralık katil mi tutacaklar, ters perende atarken şarjör değiştiren şanlı SADAT cihatçılarını gönderip kamerayla tripodu mu ele geçirecekler?

         Galiba bir şey yapamayacaklar?  Yapsalar bile Devlet’in aldığı yarayı iyileştiremeyecek, rezaleti unutturamayacaklar.

 Milletvekilleri, Saray ailesinin fertleri, havuz medyasının gazetecileri adama telefon edip, bazıları “Reisim” diye hitap ederek onu yatıştırmaya, susturmaya çalışıyorlar. Partinin ve Devlet’in içinde boğuşan fraksiyonlar mafya yaratığına bilgi taşıyor.  Saray Devleti mafya yöntemleriyle, araya adam sokarak sorunu çözmeye çalışıyor.  Adamı yakalayamıyorlar. Devlet’in İçişleri Bakanı “İnterpol bizi kaale almıyor” diye ağlaşıyor.

Devlet’e bir kolektör yerleştirip atıkları Marmara denizine değilse de tarihin çöplüğüne akıtmak gerekmiyor mu?

         Başka ne öğrendik?

         Parlamentonun yasama ve denetleme organı olarak var olmadığını, soruşturma önergesi verip bir komisyon bile kuramadığını öğrendik. Yargı’nın fiilen Saray’a bağlı olduğunu, Cumhuriyet savcılarının re’sen soruşturma açamadıklarını öğrendik. Dört beş ayrı yerden maaş alan yüksek bürokratların ayrı bir dünyada yaşadıklarını fark ettik.  Medya maymunlarının, bazı köşe yazarlarının mafyanın paralı müşterisi olduklarını, namuslarının maaşları kadar olduğunu öğrendik. Sendikaların, baroların, üniversitelerin ve askerlerin kendi işleriyle meşgul olduklarını, memleketin kaderiyle ilgilenmediklerini, konuşamadıklarını, topluca açıklama yapamadıklarını; hep birlikte, yukarıya, Saray’a baktıklarını, halkın sahipsiz kaldığını fark ettik.

Sezgin Baran Korkmaz denilen yaratığı, göl kıyısında egzotik meyve tepsisi önünde İbrahim Tatlıses’in “Bu da geçer…” şarkısını dinlerken ve sırıtırken gösteren videoyu izledik. Yurttaşlar çocuk bezi alamazken “On bin dolar ne ki, bize yakışmaz” diyen Sedat Peker’in seçim dönemlerinde siyasîlerin arabalarına bavulla para bıraktığını öğrendik. Mafya sisteminin de tıpkı ekonomi gibi küreselleştiğini; Azeri, Özbek, Çeçen ve Rus mafyalarının yerli ve millî mafyayla bazen işbirliği yaparak, bazen birbirinin kafasına sıkarak uyuşturucu ve silah işleri yaptığını, bu işlerden nemalanan devlet bürokrasisinin icazetiyle marinalara çöktüğünü öğrendik.

Bütün bunların elbette bir karşılığı olacak. Sistemi kim kurduysa, çarkları kim döndürüyorsa bedelini ödeyecek. Halkın azabını ve gazabını görecekler! 

Muhalefeti de öğrendik. Sürekli nefes tüketen muhalefet partilerinin feryat figan seçim istediklerini, “erken seçim” için Saray’a neredeyse yalvardıklarını, fakat onu erken seçime zorlayacak hiçbir yaptırım uygulayamadıklarını, karışıklık çıkar da OHAL ilan edilir diye miting yapmaktan korktuklarını gördük. Saray’ın iktidarı kendilerine seçim yoluyla teslim edeceği gibi tuhaf bir fikre kapıldıklarını, hâlâ “Türkiye bir hukuk devletidir” diye konuştuklarını gördük.  

Saray, ideoloji ile para trafiğini birleştiren yönetim yapısıyla “sui generis,” yani nevi şahsına münhasır, kendine özgüdür. Herhangi bir muhalefet partisinin tek başına ya da koalisyon hâlinde bu sistemi devralarak işletmesi ya da Devlet’in içinden Saray kadrolarını ayıklaması neredeyse imkânsızdır. Saray, Devlet teşkilatıyla bütünleşmiştir. Sistem kendisini tıpkı bir mafya örgütü gibi savunacak, zor günler için zulada tuttuğu bütün imkânları, adlî ve askerî yapıları iktidarda kalmak için sonuna kadar kullanacaktır.   Seçimleri kaybedeceğini anladığı için seçim kanunlarını değiştirmeye hazırlanan, yasama yetkisine sahip bir yapıdan söz ediyoruz. İktidarı ve parayı kaybedeceklerini anladıklarında Saray’ın çevresinde kümelenen bütün fraksiyonlar birleşecektir.  

Neyse, uzatmayalım…

Bilindiği gibi yasallık ile meşruluk arasında fark vardır. Yasal olan meşruluğunu kaybedebilir. Meşru fakat yasal olmayan, toplum sözleşmesini yenileyerek yasallık kazanabilir. Mesela toplumsal devrimler yasal değildir fakat meşrudur.

Siyasî iktidarların meşruluğu sadece seçimlerde ya da bizzat çıkardıkları yasalarda değil, esas olarak milletin “maşerî şuur”unda, yani toplum vicdanında tecelli eder. Toplum vicdanında yer bulamayan bir yönetim tarzı, istediği kadar kanun çıkarsın anayasa yapsın, meşru değildir. Şimdi buradayız… Mîsâk-ı Millî’yi, yani ulusal andı yenilemek lazımdır. Veryansın, 11. 06. 2021