ALIŞMAK

Yavuz Alogan

         Gündelik hayatın akışı içinde insan her şeye alışır. Âni durumlarda elbette bocalar fakat dayatılan koşullara, yaşadığı zorluklara şempanze atalarımızdan gelen bir özellikle uyum sağlar, zamanın akışı içinde yakaladığı rutinin içine bütün insanî durumları sığdırmaya çalışır.

         Nitekim Dostoyevski her şeye alışabildiği için insanın korkunç bir yaratık olduğunu söylemiştir.

         İlk günahın ya da “dur bakalım n’olacak” tavrının bedeli on yıllarca ödenir. Mesela 24 Ocak kararlarının getireceği sonuçları öngöremeyenler 12 Eylül şartlarına bile uyum sağlamışlardır. Fabrikalara çekilip direnecek yerde teslim olmak için Selimiye Kışlası’nın  nizamiyesinde kuyruğa giren sendikacılar,  devrimci umutlarla doldurdukları semt ahalisini ağır baskı ve zulümle yüz yüze bırakarak “illegale çekilen,” sonra da hapsi boylayan ya da avare kasnak gibi kaçak dolaşan solcular,  baskının azaldığı ve örgütlenme imkânlarının doğduğu 1986 yılını milat  kabul edersek, günümüze kadar geçen 35 yıl boyunca anlamlı ve etkili tek  bir örgüt kuramamışlar, giderek PKK gibi işbirlikçi örgütlerin ve onun sivil uzantısı olan HDP sosyetesinin dümen suyuna  girmişlerdir.

         Düzen partileri de benzer bir dönüşüm geçirdiler. Geçmişin merkez, merkez sol ve sağ partileri kendilerini ne koruyabildiler ne de yenileyebildiler. Mesela CHP’nin bütün iç organları boşaltıldı, yerlerine yenileri konuldu. Partinin dokuları değişti, bir tek sırtındaki CHP postu kaldı.  Fakat Saray rejimi, vesayet dediği Kemalizm’i, altı oku vs hatırlattığı için, programatik olarak kendisinden farkı olmayan partinin postunu bile yolmaya çalışıyor.  Aslında siyasî mücadele aynı partinin AKP, CHP, İYİP vs gibi isimler taşıyan farklı fraksiyonları arasında sürüyor. Program, dünya görüşü ve dış bağlantılar açısından aralarında sadece söylem farkı ve küçük nüanslar var.  Kötüler içinden en az kötüsünü ya da biraz daha seküler ya da dindar görüneni seçmek bir halkın kaderi olmamalı.

         Siyaset alanı tıpkı doğa gibidir, boşluk kabul etmez. Sizin boşalttığınız alanları mutlaka başkaları doldurur. Ankara’nın eskiden devrimcilerin ya da ülkücülerin hâkimiyetindeki dış semtleri bugün boşluğu dolduran tarikat ve cemaatlerin eline geçti; mafya özentisi mukaddesatçı ve lümpen bir gençlik kültürü oluştu.

Zamanı geldiğinde direnemeyenler halkın güvenini kaybederler. Direnişi örgütleyemediğiniz, dışlandığınız alana bir daha zor girersiniz, hatta hiç giremezsiniz. Oraya başkası girmiş ve kendi varlığını tahkim etmiştir.

         AKP’nin en büyük başarısı 12 Eylül’ün yarattığı ortamı Cumhuriyet’in bütün kazanımlarına en aykırı ideolojinin renkleriyle boyamak, emperyalizmin yeni “insan hakları” kavramına uygun biçimde toplumu etnik ve mezhebî olarak bölüp manipüle etmek olmuştur. Neoliberalizmin küresel krizi siyasî İslam’ın cilâsını döküp renklerini soldurmaya başlayınca, ortaya mafya tarzında örgütlenmiş bir Devlet yapısı çıkmış; siyasî mücadele, sınıfsal çıkarların alanından siyaset ve medyayla iç içe faaliyet gösteren ihale, uyuşturucu ve haraç çetelerinin savaş alanına aktarılmıştır.

         Yozlaşma tıpkı müsilaj gibi Devlet’in bütün kurumlarını ve toplumun her kesimini sarmıştır. Bilim adamları yüzeysel bir temizliğin fayda etmeyeceğini, çünkü deniz suyundaki yozlaşmanın 30 metre derine indiğini söylüyorlar. Ergene nehrinin yeniden berrak akması, Marmara’nın oksijene kavuşarak canlanması için yapısal bir dönüşüme ihtiyaç var. Yani denizle uğraşmayacaksınız, onu yozlaştıran yapıyı yıkacak, yenisini kuracaksınız. Bunu yaptığınız zaman deniz kendisini yenilemeye başlayacaktır.

         Saray rejiminin baskıcı niteliği 1950’li yılların sonuyla, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleriyle kıyaslandığında devede kulak bile değildir. Ufak tefek yönlendirme girişimleri dışında Rejim’in insanların hayat tarzına doğrudan müdahale ettiğini de söyleyemeyiz. Devraldığı yapıyı dönüştürerek, cemaatini genişletip kendi kurumlarını güçlendirerek, bazen solcu gibi duran geri zekâlı liberallerin bazen ulusçu-Kemalist gibi duran siyasî ahlaksızların desteğini alarak, işçi-emekçi kültürünü tamamen yok edip fakir-fukara-garip-guraba dediği kesimleri maaşa bağlayarak, orta sınıfı ham hayallerle oyalayarak, kendi asalak burjuvazisini güçlendirerek hüküm sürdü. 

Yani büyük bir baskı uygulayarak, zulmederek değil, bizler “güzel yazılar” yazıp aval aval bakarken Cumhuriyet’in temellerini yavaş yavaş oyup yapıyı dönüştürerek, Rejimi üç referandumla değiştirerek netice aldı. Baskıyı yaygınlaştırmadı, seçici davrandı.  Uygun şartlar oluştuğunda durumdan yararlanarak Cumhuriyet’in muhafızlarını dağıttı, askeriyeyi tamamen susturup emir komutasına aldı, toplumun fazla gözüne sokmadan kendi silahlı milis güçlerini oluşturdu.

         Fakat basit bir tarihsel kural nedeniyle bu ılımlı yönetim tarzının ilelebet sürmesi beklenemez. Kural şudur: Ağır iktisadî kriz ve toplumsal bunalım demokrasi beklentisini azaltır. Azalan demokrasi beklentisi direniş kültürünü canlandırır.  Yani en azından öyle olması gerekir. Öyle olmazsa sistem olduğu gibi kalır, iktisadî krizin ve toplumsal bunalımın en yüksek noktasında siyasî iktidar kapanın elinde kalır ve şimdikinden çok daha baskıcı, faşizm benzeri bir rejim kurulur.

         Bu yüzden uzak geçmişin kalıplarına fazla takılmadan, sendikalarını bile kaybetmiş “işçi sınıfı”nın henüz ufukta görünmeyen kendiliğinden hareketini ileride kendinde harekete dönüştürmek için ona dışarıdan bilinç taşımaya falan teşebbüs etmeden, 2007’deki Cumhuriyet mitingleri ve Haziran 2013 kitlelerine yeni bir direniş kültürü aşılamak ve yaratıcı direnme yöntemleri geliştirmek lazımdır. Bu bağlamda yegâne ilham kaynağı Cumhuriyet’in Devrim Kanunları; yegâne hedef Kurucu İrade ve Kurucu Meclis’tir. Önce her bir kavramın, laikliğin, demokrasinin ve hukukun hakkını veren sahici bir laik, demokratik, sosyal hukuk devleti!.. Sonrasına bakarız.  Yakın tehlikeyi defetmeden uzak hedeflere doğru sıçramak, düşünüyorum diye hayal kurmaktan farksızdır.

         Fakat şimdilik iyimser değil karamsar olmak, hatta çok karamsar olmak gerekir. Karamsarlık iradeyle birleşiyorsa yılgınlık doğurmaz. Zira akıl ne kadar kötümserse, irade o kadar iyimserdir. Bu ikisini birleştiren bir bakış açısı gerekir. En önemlisi alışmamaktır. Yaşananları olağan görürsek, yere tebeşirle çizilen dairenin içinde çözüm ararsak bu memlekete yazık ederiz.

         Korona hapsiyle geçen bu serin pazar gününde herkesin kötümser bir akla ve iyimser bir iradeye sahip olmasını diliyorum. Veryansın, 06. 06. 2021