ÇÖKERKEN YENİLENME ÇABASI

Yavuz Alogan

         TÜİK’in Mayıs ayı tüketici enflasyonuyla ilgili iki ayrı veri açıklaması sosyal medyayı sarstı. Verilerden birine göre tüketici enflasyonu Mayıs ayında   yüzde 1,4, diğerine göre ise yüzde 0, 89 oranında artmıştı. Kurum hemen açıklama yaptı. Birinci rakam “sehven” (yanlışlıkla) yayımlanmıştı, doğru olan ikincisiydi.

         Bunun üzerine bazı yorumcular yanlışlık olmadığını, açıktan konuşamayan meçhul bir TÜİK uzmanının   gerçek tüketici enflasyonunu dışarıya sızdırdığını iddia ettiler.

         Uzman sanki Nazi Almanyası’nda yaşıyor.  İstifa edip basın toplantısı yapsa tutuklanıp toplama kampına atılacak ya da TÜİK’in avlusunda kurşuna dizilecek. Kimliğini saklayarak veriyi “içeriden” dışarıya sızdırıyor.

         Resmî ve resmî olmayan kurumlar var. Mesela TÜİK resmî bir kurum. Ona alternatif olan Enflasyon Araştırma Grubu ise resmî değil. İki kurum da hesaplama yapıyor, veri açıklıyor. Fakat veriler birbirini tutmuyor. Bunu üzerine TÜİK, Enflasyon Araştırma Grubu hakkında suç duyurusunda (!) bulunuyor.

         Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı veriler Tabip Odaları’nın açıkladığı verilerle, Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı veriler bazı baroların açıkladığı verilerle, Millî Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı veriler eğitim uzmanlarının açıkladığı verilerle, Merkez Bankası’nın açıkladığı veriler maliyecilerin açıkladığı verilerle, Çevre Bakanlığı’nın açıkladığı veriler hidrobiyologların açıkladığı verilerle, İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı veriler Sedat Peker’in açıkladığı verilerle uyuşmuyor. Devlet bürokrasisinin her açıklaması başka bir açıklamayla bozuluyor.

         Burada, birbirini tutmayan verilerden çok, devlet bürokrasisiyle ya da devlet memurunun sorumluluğuyla ilgili bir sorun olduğunu anlıyoruz. Görevde olanlar konuşamıyorlar, bilgi sızdırıyorlar. Emekli olanlar şimdilik kısmen konuşabiliyorlar. İçeride olanlar ile dışarıda olanlar, devletin memurları ile bunların emekli olanları arasındaki veri ve yorum makası giderek açılıyor.

         Max Weber (1864-1920) bürokrasi meselesiyle epeyce uğraşmıştır. Meslek Olarak Siyaset (Çiviyazıları, 2006) adlı kitabında, “Gerçek devlet memuru, yükümlülükleri gereği siyaset yapmamak zorundadır,” der. Weber’e göre, “Devlet memuru görevini sine ira et studio (hınçsız ve yansız olarak) yerine getirmelidir. …  siyaset  adamının,  önderin  ya  da  yandaş  düzeyindeki  siyaset  adamının  durmadan  ve  kesinlikle  yapmak  zorunda  olduğu  şeyi,  yani  zafer  kazanmayı  gerçekleştirmek  durumunda değildir. Gerçekten –ira et studium (hınçlı ve yanlı  olarak)- taraf  tutmak,  savaşmak,  tutkuya  kapılmak  siyaset  adamının  özellikleridir,  en  önce  de  siyasî  önderin özelliğidir. Siyasî önderin etkinliği bütünüyle değişik, hatta devlet memurunkine karşıt bir sorumluluk ilkesine bağlıdır” (s. 34).

         Devlet bürokrasisinin, tanımı gereği, devleti yöneten siyasetçilerin ihtiraslarına kapılmadan kamuya karşı sorumlu olması gerektiğini anlıyoruz.

         Peki bunun güvencesi nedir? Burada Weber “ahlak” gibi belirsiz bir kavrama başvuruyor ve şöyle diyor: “En doğru anlamında ahlakî  düzen  olmazsa (…)  tüm aygıt yıkılıp  gidecektir” (s. 35).

         Weber parlamenter demokratik sistemden çıkıp gelen İtalyan faşizmini (1921), Alman Nazizmi’ni (1933) ya da Sovyetler Birliği’nde 1936’dan itibaren devlet bürokrasisinin nasıl kullanıldığını göremedi. Görseydi, “en doğru anlamında ahlaki düzen”in dayanaksız olduğunu anlardı.

         Bizdeki sorun, seçim kazanan bir siyasî partinin Devlet’in bütün kurumlarını istila ederek bürokrasiyi kendi ideolojik hedefleri için kullanmasıdır. İdeolojik hedefin ütopik, nostaljik, hatta uçuk kaçık olması önemli değildir. Önemli olan Devlet bürokrasisinin siyasî iktidarın tutkularını gerçekleştirmek için kullanılan bir araç hâline gelmiş olmasıdır. Bu gerçekleştiğinde, Devlet’in denetim mekanizmaları işlemez, siyasî iktidar ancak hükmettiği bürokrasinin kendi içinde çözülmesiyle ya da halk kitlelerinin sivil itaatsizliğiyle değiştirilebilir.

         İdeolojik hedefleri olan siyasî iktidarın Devlet’in bütün kurumlarını sürekli olarak baskı altında tutması kolay değildir. Çok güçlü ideolojik aygıtlar oluşturması, bu aygıtları mutlaka silahlı güçlerle desteklemesi, krizlere dayanıklı bir iktisadî altyapı kurması, bağımsız dış politika izleyebilmesi gerekir. Bunların biri eksik olunca hegemonya kurma çabasının bir ayağı boşlukta kalır ve çöküş başlar.

         Nitekim AKP yirmi yıl iktidarda kalmasına rağmen tam bir hegemonya kuramamıştır. İdeolojik aygıtları zayıf kalmış, krizlerle başa çıkamadığı görülmüş, bağımsız davranma girişimleri ülkeyi dış güçlerin oyuncağına dönüştürmüştür.

         Parti ve sistem çökerken Saray’ın elinde tek bir enstrüman kaldığı görülmektedir: baskı aygıtlarının desteğinde ideolojik yenilenme. Bu yenilenme sürekli cami açarak, ülkenin kurucularına küfreden imamların önünde dizüstü oturarak, imam ordusunu seferber ederek gerçekleşmez. Bir dava oluşturarak parti tabanını, bütün cemaat ve tarikatları birleştirmek, nüfusun diğer kesimlerini yıldırarak ya da razı ederek iktidara tutunmak gerekir.

         “İslamofobiye karşı mücadele”nin böyle bir dava ihtiyacını karşılayabileceği anlaşılıyor. Sayın Reis geçen ay şöyle dedi: “Dünyanın her yerindeki vicdan sahibi siyasetçileri, aydınları, medya mensuplarını, din adamlarını, bu arada kendi din adamlarımızı, İslam düşmanlığı hastalığına karşı harekete geçirmemiz gerekiyor” (Hürriyet, 26. 05. 21) Ne kadar kullanışlı bir talep! Üstelik dikkatleri ülkenin acil sorunlarından uzaklaştırmak gibi bir özellik taşıyor.

 Sosyalist bir partinin genel başkanlığından HDP milletvekilliğine sıçrayan, liberal demokratik (tik!) fikirleriyle hem bölücülerin hem de gericilerin gözdesi olan Ufuk Uras bu yeni davanın erken öten horozu olarak şu soruyla kampanyayı başlattı: “Dünyada islamofobinin en yaygın olduğu yerin, sanıldığının aksine Batı değil de Türkiye olmasının nedenleri üzerine etraflıca düşünmekte fayda yok mu?”

Çok büyük fayda var! Laiklik fiilen yok edildiğinden beri yurttaşlar arasında bir tür “siyasî islamofobi”nin yayıldığı kuşku götürmez.  Sarıklı cüppeli amiral soruşturması ne oldu? Bu konuda “içeriden” veri sızmaması bende düpedüz islamofobik bir tepki yaratıyor mesela.

         AKP’nin islamofobi’ye karşı seferberlik ilan ederek saflarını sıklaştırması, kendi iç cephesini tahkim ederek laik kesimin iç cephesini daraltması, muhalefet partilerini duraksatması, en azından Cumhur İttifakı’ndaki çözülmeyi durdurması bu saatten sonra pek mümkün görünmese de bunu deneyeceği anlaşılıyor.

         Fakat tarih devam ediyor. Bakalım Sedat Peker bugün hangi verileri açıklayacak? Hangi kurumun bürokratı hangi veriyi sızdıracak?

         Korona hapsiyle geçen bu Pazar gününde herkese topluca açıklama yapma cesareti, devlet memurlarına ise en azından bilgi sızdırma sorumluluğu diliyorum.  Veryansın, 13. 06. 2021