Yavuz Alogan
Milenyum’un ilk sonbaharında bir Asyalı olarak Rotterdam sokaklarında dolaşıyordum. “Asyalı” diyorum, zira uçakta yan yana oturduğum Hollandalı ailenin reisi çekik gözlerime kaygıyla bakarak, “Siz Asyalı mısınız?” diye sormuş, ben de “Evet,” demiştim, “ben bir Asyalıyım.” O anda kendimi Ho Şi-minh gibi hissettiğimi inkâr edecek değilim.
Düzgün, mesafeli, ferah ve güzel bir kentti Rotterdam. İkinci Dünya Savaşı’nın başında Naziler kent merkezini, sonunda ise Müttefikler kent çevresini ağır hava bombardımanıyla yok etmişlerdi. Savaştan sonra kent Avrupa’nın en yetenekli mimarları tarafından yeniden tasarlanarak inşa edilmişti. Onaltıncı yüzyılda Hollanda sömürgeciliğinin çıkış kapısı, dünyanın en derin, en işlek limanlarından biri.
Amsterdam ise kanalları ve köprüleriyle romantik, tarihsel, biraz kederli ve oldukça rutubetliydi. Okyanus tarafından serin ve temiz bir rüzgâr esiyordu. Kentin büyük bölümünü pedal basarak dolaştım. Merkezî tren istasyonu (Amsterdam Centraal) bizim Haydarpaşa Garı’nı andırıyordu. Biz bu Haydarpaşa’yı ne etsek, otel mi yapsak, yıkıp yerine AVM mi kursak, etinden yününden nasıl istifade edip de para kazansak diye düşünürken, 1889’da açılan Amsterdam tren garında banliyö hatları, şehirlerarası ve uluslararası trenler vızır vızır işliyordu.
Tarihi mekânlarda biraz vakit geçirince insanın kafasındaki zaman makinesi çalışmaya başlıyor. O istasyonda kimler trenden inmiş, kimler trene binmiş? Mayıs 1940’ta Alman B Grubu Ordu Komutanı Mareşal von Bock trenden iniyor, her tarafta svastikalı Nazi bayrakları, garın duvarlarında çınlayan Horst Wessel Lead (Nazi yürüyüş marşı). Bir süre sonra Nazilerin Amsterdam müzelerinden çaldıkları sanat eserleri bir trene yükleniyor, tutsak Yahudiler başka bir trene bindiriliyor. Birinci tren Berlin’e, ikincisi Polonya’daki kamplara doğru yola çıkıyor. Fakat bundan çok önce, Şubat 1920’de, Komintern Başkanı Grigoriy Zinovyev Amsterdam Bürosu’nun açılışını yapmak üzere aynı yerde başında kalpağıyla trenden iniyor, ilk konuşmasını orada toplanan işçilere yapıyor, her tarafta kızıl bayraklar, garın duvarlarında çınlayan Enternasyonal marşı.
Tarihi mekânları olduğu gibi, işlevleriyle birlikte muhafaza etmek bir kültür meselesidir. Tarihi güncel politikaya alet ederek mekânları paragöz zihniyetiyle tahrip ederseniz, kendi halkınızı soysuzlaştırır, ülkenizin tarih bilincini yok ederseniz. Zart zurt etmekle, tarihî mekânları paraya tahvil etmekle vatansever olunmuyor!
Neyse, öfkelenmeden ve konuyu dağıtmadan devam edelim…
Amsterdam’ın kent trafiğiyle bütünleşen, ışıklı uyarı sistemi olan bisiklet yolları beni büyüledi. Orada gördüğüm bir kadını asla unutamam. Çok yaşlıydı, doksan, belki yüz yaşında!.. Bisikletin selesine yanlamasına oturmuş, sağ ayağını sol pedala basmış, sol ayağının ucuyla yerden hız alarak bisikleti yavaş sürüyor, bu arada vitrinleri inceliyordu. Muhtemelen İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş, Yahudilerin evlerinden zorla çıkarılarak yük vagonlarına bindirilişini seyretmişti. Belki de Provo Direnişi’nin 1960’larda başlattığı “Beyaz Bisiklet Kampanyası”nın, 1968 öğrenci hareketleri sırasında “yeni toplumu eskisinin kabuğunda yaratmak” isteyen Kabouter (Cin) Hareketi’nin militanlarındandı.
Hollanda’da bisiklet spor ya da eğlence aracı değil, hayat tarzıdır. Nüfusun yüzde 20’den fazlası işe bisikletle gidiyor, aile başına 3 bisiklet düşüyor, yılda bir milyondan fazla bisiklet satılıyor. Bisiklet yollarının uzunluğu 35 bin km., bisikletle kişi başına katedilen mesafe yılda 888 km., ülke genelinde 15 milyar km. (akt., Abdullah Aşıran, Anadolu Ajansı, 28. 11. 2018).
Şimdi böyle bir ülkede neoliberal küresel sisteme isyan eden göstericilerin bisikletleri ateşe vermeleri çok tuhaf. Arabalarla yola barikat kurmak, polis saldırınca arabayı yan yatırıp benzin deposunu kırarak ateşe vermek aslında gayet normaldir; hep gördüğümüz manzara. Fakat aynı şeyin bisikletlerle yapılması çok tuhaf ve tarihte bir ilk.
Rotterdam ve Amsterdam görüntülerine bakıyorum. Arabaları yakıyorlar, şık vitrinleri kırıp lüks mağazaları yağmalıyorlar. Fakat sonra bisikletleri yola dizerek trafiği durduruyorlar ya da bisikletleri üst üste yığarak ateşe veriyorlar.
Bu olay neyin simgesi? Mevcut hayat tarzına bütün boyutlarıyla karşı olduklarını, artık eşitlik bile istemediklerini (bisiklet eşitlikçi bir ulaşım aracıdır), kendilerini görmezden gelen sistemi bütünüyle yok etme arzusu ve öfkesiyle yanıp tutuştuklarını mı göstermiş oluyorlar?
Bunu bilmiyoruz. Bu insanlarla röportaj yapan gazeteciler, bunların derdini inceleyen sosyologlar, bulundukları mekâna gidip oralarda yaşamayı göze alan meraklılar henüz ortaya çıkmadı. Fakat mutlaka çıkacaktır. Şimdilik isimleri sadece “gösterici” ya da “terörist.”
Bu insanların, dünyanın her yerinde hareketlenen prekarya’nın (gelecekten umudu kesmiş güvencesiz çalışanlar) en alt, işsiz, kısmen göçmen kesimine mensup olduklarını elbette anlıyoruz. Üstelik korona yüzünden hareketleri kısıtlanmış; zenginler Uludağ’da vur patlasın eğlenirken evlerine tıkılmışlar, işsiz kalmışlar, çocuğun dersleri takip etmeye çalıştığı bilgisayar yetersiz, internet hattı ikide bir kopuyor, boşanmalar, ev içi şiddet artmış…. “Jandarma” türküsünde denildiği gibi, “Ne Allah’tan bir umut var, ne hükümetten yardım”…
Batıda gösteri yapanlar farkında olmasalar da öfkelerinin yakıtını yaşadıkları ülkelerin isyan geleneğinden alıyorlar. Fakat benzer kitleler Lübnan’da, Tunus’ta, Mısır’da da görülüyor. Önderlikleri, programları, hatta bazı durumlarda talepleri bile yok. Cesaret gösteren, meydan okuyan herhangi birilerinin (mesela Rusya’daki Navalniy) işaretiyle harekete geçiyorlar. Kulübeler huzursuz, saraylar tehdit altında. Siyasî sistem halktan kopmuş, sermayeyle bütünleşen merkez medya aşağıdan gelen seslere kapalı, halk Devlet’e yabancılaşmış, bütün kaynaklar hızla tükenirken servetler birikmeye devam ediyor.
Dünya neoliberalizm ve pandemi ateşinin üzerinde fokur fokur kaynıyor. Muhtemelen bir popülist liderler dönemi gelecek. Elbette ırkçı, katliamcı hareketler de olacak. Bazılarının iddia ettiği gibi bu hareketlerin klasik faşizme evrileceğini sanmıyorum. Büyük sermayenin, yeni dünya burjuvazisinin ideolojik faşizme, hatta giderek işgücüne bile ihtiyacı yok. Ayrıca halkın öfkesini yönlendiren popülist liderlerin yeni bir dünya tasavvuru, yeni bir üretim ilişkileri modeliyle iktidarlarını sürdürmeleri de pek mümkün görünmüyor. İsyan eden kitlelerin zamanla kendi önderliklerini, programlarını oluşturabileceklerini, hatta kendi üretim/dağıtım/tüketim sistemlerini kurabileceklerini ancak umut edebiliriz. Yeni devrimler, tarihte hep görüldüğü gibi, yine ulusal arenada başlayacak, uluslararası alana yayılacak ve küresel düzeyde tamamlanacaktır. Ya devrim savaşı önleyecek ya da savaş devrime yol açacaktır. Ancak insanlığın eşitlik ve adalet arayışı asla tükenmeyecektir… Fakat şimdilik, lütfen bisikletlere kıymayınız, efendiler! Veryansın, 31. 01.2021