HAYVANLAR ÂLEMİ VE KARANLIK ODAKLAR

Yavuz Alogan

         Toplum bazı bakımlardan doğayı taklit eder. Siyaset alanındaki hâkimiyet mücadeleleri ve çatışmalar hayvanlar âlemindeki kanlı boğuşmaları andırır, doğadaki sonsuz beslenme zincirini hatırlatır.

         Güçlü yırtıcılar, sayılarının azlığına avlarının çokluğuna bakmadan   büyük hayvan sürülerini kovalayarak onların gerilerde kalan çok genç ya da çok yaşlı bireylerini yakalayıp parçalarlar. Kurt ya da çakal gibi vahşi hayvanlar kendilerinden daha iri bir hayvana asla doğrudan saldırmazlar, onu kuşatma altına alıp beklerler. En cesur olanları öne çıkar, düşmana kısa ve yıpratıcı bir saldırıda bulunduktan sonra hemen geri çekilerek kuşatmadaki yerini alır. Hep birlikte tekil avın kan kaybetmesini, mücadele azminin kırılmasını ya da kaçma arzusunun solmasını beklerler.  Kuşatma altındaki avın sızlanması, itiraz etmesi, protesto gösterisinde bulunması tamamen faydasızdır. Avın artık savaşamayacağını anladıkları anda yırtıcılar hep birlikte saldırırlar ve onu yerler. Bu bir hegemonya kurma, hükmetme, aynı zamanda beslenme mücadelesidir. Strateji ve taktik gerektirir.

         Bütün strateji ve taktiklerde olduğu gibi burada da temel bir varsayım vardır. Kovalanan hayvanların, ceylanların, yaban eşeklerinin, zürafaların ya da yaban öküzlerinin ansızın birleşerek az sayıdaki yırtıcıya saldırmaları, onları ayaklarının altına alarak çiğnemeleri ya da boynuzlarıyla şişlemeleri beklenmez. Temel varsayım budur. Yırtıcı hayvan, bana bunu yapamazlar, benden korkarlar, çünkü ben çok güçlüyüm diye düşünür.

         Normal olmayan, yani seçimle gelip seçimle gitmek istemeyen, büyük idealleri ve hâkimiyet arzusu olan lider partileri her nasılsa ele geçirdikleri siyasî iktidarın kaderini ülkenin kaderiyle birleştirdiklerinde, tıpkı vahşi doğadaki yırtıcılar gibi davranırlar. Onların gücü elbette dişlerinde ve pençelerinde değildir. Önce paraya hükmederler; küçük dereler hâlinde akan paralarla büyük bir göl biriktirirler. Böylece paraya duyarlı kesimleri peşlerine takarlar.   Ardından Devlet’in ideolojik aygıtlarını, ana okulundan üniversitelere kadar bütün eğitim teşkilatını ele geçirirler. Sıra Devlet’in baskı aygıtlarına geldiğinde, önce küçük aygıtları, mesela polis teşkilatını hızla dağıtıp yeniden kurarlar. Bir de bakmışsınız polislerin ne eğitim kurumları, ne yerleşik devlet ritüelleri, ne de terfi tayin kriterleri kalmış. Sonra sıra Silahlı Kuvvetler gibi daha büyük ve tehlikeli baskı aygıtlarına gelir. Orada dururlar ve kurumu kuşatma altına alırlar, kısa ve yıpratıcı saldırıların ardından hemen geri çekilip kuşatmayı takviye ederler ve uzun süre beklerler. Ordu’nun teşkilat yapısını bozup her bir parçasını bir diğerinden ayırırlar, kurumun en zayıf noktalarını içeriden ve dışarıdan dikkatle inceleyerek küçük hamlelerle netice alırlar.

Bütün bu evrelerde havayı dikkatle koklar, hassas kulaklarıyla rüzgârın hangi istikametten estiğini anlamaya çalışırlar.  Kokuları ve esintileri dikkatle ayrıştırıp çözümleyerek kuşatmayı bazen daraltırlar, bazen de öyle bir genişletirler ki “Ne kuşatması, yok öyle bir şey,” diyenlere inanırsınız.  Her şey mevcut yasalara uygun biçimde cereyan etmektedir. Yasaları kimin nasıl çıkardığını düşünmek istemezsiniz, çünkü düşünmek size sorumluluk yükler.  Araziye bakarsınız, her şey size gayet olağan görünür.

Yazıyı buraya kadar okuyabildiyseniz, diyeceksiniz ki “Adamın kafası zaten karışıktı, şimdi hepten kafayı yedi.”

Bu hayvan metaforu ilk kez Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sosyal medyada yer alan kısa videolarını izlerken aklıma geldi. Çocuklar, dramatik bir ses tonuyla, “1 Ocak 2021 gecesinde” diye başladılar, “Okulumuza bir kayyum daha atandı… bizim kültürel ve demokratik ortamımız…” diyerek 158 yıllık üniversitelerinin başına, onca değerli, yakından tanıdıkları ve sevdikleri hocaları dururken Cumhurbaşkanı tarafından akademik kariyeri olmayan AKP’li bir proje mühendisinin atanmasına itiraz ettiler. Buraya kadar beni yaralayan bir şey olmadı, hatta sevindim, öğrenciler direniyorlar diye…

Fakat ertesi gün sosyal medyada, bu kez uzak bir taşra üniversitesinde çalışan bir öğretim üyesinin sesi duyuldu: “… diğer üniversitelerde rektörler seçilerek mi geliyor? Neden bir taşra üniversitesi söz konusu olduğunda ses bu kadar yükselmiyor? Biz neye karşıyız, karar verelim.”

Bu haklı çıkış beni altüst etti. Diyor  ki kendi sorununuzu (rektör ataması) Türkiye çapında geniş bir bağlam içinde (bütün yüksek ve orta öğretim kurumlarının sorunları; tevhidi tedrisatın kaldırılmasının, eğitimin özelleştirilmesinin, iktidar partisinin bütün eğitim kurumlarında kadrolaşmasının, her kasabaya bir üniversite  politikasının yarattığı sorunlar) ele almaz ve özerk üniversite, bilimsel ve laik eğitim mücadelesini genişletmez (taşra üniversitelerinden, öğrencileri giderek deist olmaya başlayan imam hatip okullarına, imam hatipleştirilen liselere kadar) ve sadece kendi üniversitenizi savunmaya kalkışırsanız, sizi ezmeye çalışan gücü  dolaylı yollardan takviye etmiş olursunuz.

Şu son yirmi yıl içinde hiçbir tekil direnişin faydası olmadı. Avukatların cüppelerini uçuşturarak verdikleri baro mücadelesi, sendikaların tırsık basın açıklamaları ya da sendika değil anket şirketiymiş gibi hazırladıkları raporlar, kalori hesapları vs etkili oldu mu? Olmadı. Bundan sonra da olmaz.

Saray rejimi “karanlık odaklar” propagandasıyla her türlü tekil kitle eylemini anında tecrit etme imkânını bundan sonra daha da fazla kullanacaktır. Aranızda daima Sorosçular, PKK,  hatta THKPC vs gibi ölü örgütler arayıp bulacaktır. Bu karanlık odakların her fırsatı değerlendirerek aranıza sızdığını, sizi yönlendirdiğini, dış güçlerle birleşerek iktidarı devirmek, hatta darbe yaptırmak ya da iç savaş çıkarmak için sizin içinizde faaliyet gösterdiğini büyük medya kanallarından halkın kafasına sokmaya çalışacaktır. Gencecik öğrencileri sabaha karşı evlerinden alıp ters kelepçeyle ite kaka götürecektir.   

Her türlü direnişte üç şey önemlidir: eylemin hedefi, eylemin meşruluğu ve eylemin genişliği.

Birincisi (hedef) çok açık olmalı, basit bir dille ifade edilmelidir. Eyleme katılan herkes hedefi iyice öğrenmeli ve esas konunun dışına çıkan her girişimi önleyecek şekilde örgütlenmelidir. Üniversite özerkliği talep eden bir harekette birilerinin konu dışına çıkarak “Apocular geliyor, ellerinde keleşler” melodisiyle halay çekmesine ya da konuyla alakasız biçimde LGBT bayrağı açmasına fırsat verilemez.

Eylem mutlaka meşru olmalıdır. Anayasal bir hakkın kullanıldığı vurgulanmalı, tekil eylem için kurulan bir hukuk bürosuyla çalışılmalı, bütün medya sürekli basın açıklamalarıyla bombardıman edilerek “karanlık odaklar edebiyatı” daha işin başında boşa çıkarılmalı, izinli miting için baskı yapılmalı, belediyeler ve parlamenter unsurlar bu yönde zorlanmalıdır.

Eylemin geniş olması gerekir. 1970’li yıllarda bir bildiri  basılsaydı kesinlikle şu  cümleyle başlardı: “Boğaziçi Üniversitesi’nin sorunları Türkiye’nin sorunlarından bağımsız olarak ele alınamaz.” Bu kadar iddialı olması gerekmez elbette. Fakat tekil üniversitenin rektörlük sorunu, mevcut eğitim sisteminin bütün sorunlarıyla bağlantılı olarak ele alınır ve bir düzen/sistem eleştirisine dönüştürülürse daha geniş kesimlere yayılır ve çok daha etkili olur.

Anayasal bir hakkın kullanılması için yapılan her türlü eylem ciddî ve uzun bir hazırlık safhasını, dikkatle düşünülmüş bir eşgüdümü gerektirir. Kadıköy esnafı anayasal hakkını kullanarak basın açıklaması yapacaksa İstanbul esnafının çoğunluğunu kapsamak için, kadın derneği kadın cinayetlerini protesto edecekse ya da avukatlar baroların bölünmesini önleyeceklerse ya da Boğaziçi öğrencileri  “kayyum rektör”ü istifa ettirmek istiyorlarsa kapsamlı bir kitle çalışması yapmak, eylemin hedefini en geniş kesimlere kabul ettirmek ve kendilerini topluma anlatmak zorundadırlar. Yoksa etkili olmaz. “Haydi gidiyoruz” diye az sayıda karmakarışık bir kitleyle sokağa çıkıp bağırırsanız, sizi dalından düşmüş armut gibi toplarlar, “karanlık odaklar” edebiyatıyla yıpratırlar, tecrit ve imha ederler.  Demek ki kolay değil, çalışmak gerekiyor.

Yazının başında yırtıcıların örgütsüz sürüleri nasıl parçalara bölerek kuşattıklarını, ayrı ayrı tecrit ve imha ettiklerini anlattım. Demek ki tecrit ve imha olmamak için küçük parçalara bölünmemek, birbirinden ve toplumdan tecrit olmamak, topluca hareket etmek, hedefleri iyi düşünülmüş hareketleri meşru zeminde örgütleyerek genişletmek gerekir. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletine giden yol ancak bu şekilde, kusursuz (kusursuz!)  bir bilinç ve kararlılıkla hareket edilirse açılabilir. Veryansın, 08.01.2021