Yavuz Alogan
Serbest piyasanın küreselleşmesiyle birlikte Devlet ekonomi üzerindeki denetimini kaybetti. Gerektiğinde piyasaya müdahale eden, üretim ve bölüşüm ilişkilerini düzenleyen Devlet’in yerini, muazzam bir küresel şirketin yerel şubesi gibi davranan, ülkenin bütün kaynaklarını tek bir elde toplayarak küresel piyasada değerlendirmeye çalışan (Reis: “Varlık Fonu’nu küresel anlamda çok daha farklı bir yere oturtmak istiyoruz”) bir tür anonim şirket aldı. Artık Devlet kendi yurttaşına insan onuruna yaraşır bir refah düzeyi sağlamakla görevli değildi. Yurttaş borçlanarak, piyasada yalnız bir kurt gibi debelenerek kendi onurunu kurtaracaktı.
2008’de başlayan Büyük Resesyon’a kadar işler yolunda gitti. Devletler, yerel yönetimler ve yurttaşlar neredeyse sınırsız ölçülerde borçlanarak toplam hayat standardını yükselttiler. Bir dönem için Devlet’in parasız sağlık-eğitim-güvenlik sağlama, piyasayı denetleme ve düzenleme işlevine artık gerek kalmamış gibi göründü. Piyasanın “görünmez eli” bütün ekonomileri harmanlayarak dönüştürdü, zengini anormal biçimde zenginleştirirken, yoksulu belirli bir hayat standardı seviyesinde tutabildi. Bu arada Devlet’e hâkim olan iktidar partisi, istihdam sağlayacak yerde, üretimden kopardığı 20-30 milyon kişiye aylık ödeme yaparak oy oranını sabitlemek gibi tuhaf imkânlara kavuştu. (Bazı siyasî hödükler bunu hâlâ “sosyal devlet uygulaması” diye savunuyorlar.)
Derinleşen Resesyon Pandemi’yle birleşince, sistem kendisini yeniden üretemeyecek, seçenek oluşturamayacak, yoksulu asgari hayat standardı seviyesinde tutamayacak şekilde iflas etti.
Ancak bundan çok önce, sanallaşan mali sermaye yeni bir küresel burjuvazi yaratarak kamusal olan her şeyi yutmadan önce, sosyal refah devletini korumak, küresel eşitsizliğe çözüm bulmak için bazı girişimler oldu. Geleceği görenler çıktı.
Mesela Alman Şansölyesi Willy Brandt (d.1969-1974), 1980’de Sosyalist Enternasyonal Başkanı sıfatıyla “Kuzey-Güney: Hayatta Kalma Mücadelesi İçin Bir Program” yazdı. Brandt Raporu diye anılan bu program, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki servet eşitsizliğinin dünyayı felakete sürüklediğini anlatıyor; açlık, eğitimsizlik ve sefaletin giderilmesi için kuzey ülkelerinin güney ülkeleriyle işbirliği yapmasını öneriyordu.
Mesela Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand (d.1981-1995) başlıca sanayi kuruluşlarını kamulaştırmayı, işçi ücretlerini ve sosyal yardımları artırmayı öngören bir programla iktidara geldi. İsveç Başbakanı (d.1982-1986) Olof Palme adil bir küresel iktisadî sistemi savunuyor, Üçüncü Dünya ülkelerinin kalkınması için programlar hazırlıyordu. Bu görüşler bize de yansımıştı. Rahmetli Bülent Ecevit’in halkçı sloganlarını, “köy-kent projesi” gibi toplumsal kalkınma programlarını hatırlayalım.
Bütün bunlar refah devleti anlayışının, sosyal devlet tasarımının son çırpınışlarıydı. Hiç biri başarılı olamadı, hatta tutunamadı. Doksanlı yıllarda vahşi kapitalizmin önünde engel kalmamıştı. Kapitalizm, karşıtına bakarak kendisine çekidüzen verme imkânını, fren mekanizmalarını kaybetmişti. Sovyet sisteminin çökmesi ve Çin’in “dört modernleşme” programıyla kapitalist dünyaya açılması, sendikaların neoliberalizmle bütünleşerek mafyalaşması, geçmişin her türlü sosyal demokrat, sosyalist, eşitlikçi öğretisini bir an için insanlığa, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya, bir tür şehir efsanesi gibi gösterdi.
Bugünün tarih kitaplarına isimleri “diktatör” olarak yazılan Josip Broz Tito, Cemal Abdülnasır, Fidel Castro gibi adamların önderliğinde kurulan “Bağlantısızlar Hareketi”nin izi bile kalmadı. Ezilen sınıfların ve mazlum milletlerin örgütlenme girişimleri ezildi. Ulus-devleti, yurttaşlık bilincini savunmak faşizm; etnik ve dinsel “demokratik-tik!” bölünmelerle serbest piyasaya teslim olmak ilericilik gibi göründü.
Batı’dan gelen her fikri bir süre geveleyip sonra unutan aptal solcular, günümüzde esamesi okunmayan Negri ve Hardt’ın “İmparatorluk” kitabına hayran oldular. Kitap onlara özetle şöyle diyordu: “Hapı yuttunuz kardeşler, emperyalizm artık İmparatorluk hâline geldi. Bu yenilmez armadayla başa çıkamazsınız, bari küçük ceplere (enclave: sınırlanmış bölge) bölünerek direnin!”
Reagan-Thatcher-Tony Blair üçlüsünün kasıp kavurduğu dünya II. Enternasyonal’in uzantısı olan Sosyal Demokrasi’yi tarihsel köklerinden sökerek yok etti.
Willy Brandt, sekreteri Sovyet casusu çıktığı için siyaset alanını terk etti; Mitterand hiçbir şeyi kamulaştıramadı, Sosyalist Parti 1993 seçimlerinde küreselleşmeci sağ ittifak karşısında ağır bir yenilgiye uğrayınca etkisiz kalan cumhurbaşkanlığını 1995’e kadar kanserle boğuşarak sürdürdü; Olof Palme’yi sokak ortasında vurdular. Yaktığı ateşle hiçbir şeyi tutuşturamayan, kendi solundan ödü kopan, en kritik dönemde partisini terk eden Ecevit, siyasî kariyerini maalesef itilip kakılan bir canlı cenaze olarak tamamladı. Bu adamlardan geriye basit bir fikri takip çabasının bile kalmadığına, tasarılarının/önerilerinin tamamen unutturulduğuna dikkat edelim!
Sosyal demokrasi tarih sahnesini terk edeli çok oldu. Komplo teorisyenleri Bill Gates’in kıçımıza çip takma teşebbüsü yerine dünyanın bütün itibarlı, halkçı adamlarının nasıl yok edildiklerini, hatıralarının insanlığın belleğinden nasıl silindiğini yazmalı. Esas komplo oralarda var.
CHP iktidara gelse ne olacak? İhalesizlikten gözü patlamış CHP’li müteahhitlerin AKP’nin yarattığı yeni burjuvazinin yerini alıp aynı yağma ekonomisini sürdürmelerini önleyecek bir mekanizma var mı? Yok! Tarikatların, cemaatlerin etkisi kırılır mı, ortaçağ karanlığına biraz ışık sızar mı, bilimsel laik eğitim imkânları doğar mı? O bile şüpheli. Bu saatten sonra böyle şeyler farklı bir baskı gücünü gerektirir. Kötünün iyisidir diyerek Millet İttifakı denilen çorbanın içine atlayanların, programlarını Vaşington, Brüksel, Moskova ve Pekin’e uyarlamak için debelenen lider bozuntularına bel bağlayanların önce geçmişe, sonra bugünün ötesine, ileriye bakmaları gerekir.
2008’de başlayan, Pandemi’nin yarattığı çarpan etkisiyle büyüyen Resesyon dünya çapında muazzam bir kutuplaşmaya, en alttaki kitlelerin radikalleşmesine yol açtı. Bu kutuplaşmayı, II. Dünya Savaşı’na giden yıllarda 1929 Büyük Depresyonu’nun yarattığı kutuplaşma ve çatışmalara benzetenler var. Küreselleşme, kendisine alternatif yaratabilecek bütün kurumları yok ederek iflas etti.
Eskiden zenginler komünistler gelip malımızı mülkümüzü alacaklar diye korkarlardı. Bugünün yeni zenginleri bir süre sonra geçmişin komünistlerini mumla arayacaklar! Zira öyle bir küresel umutsuzluk yarattılar ki öfkeli kitleler Tunus’tan Amsterdam’a, Hindistan’dan Paris ve Moskova’ya kadar onların malını mülkünü almaya değil, bu kez yakmaya geliyorlar. Veryansıntv, 20. 01. 2021