YILIN İLK GÜNÜ

Yavuz Alogan

Çocukluk arkadaşım telefonda nostaljik ses tonuyla anlatıyordu. Camları toplardık, karşılığında bize telden yapılmış bir araba verirlerdi. Çember çevirerek nasıl da koştururduk. Bilyelerimiz vardı… Şimdiki çocuklar yakan top, saklambaç, sek sek bilmezler…

         Bunların hepsini elbette hatırlıyorum. Fakat bende en çok yer eden dört şey var: Goerig marka kırmızı bisikletim, iri yeşil kurbağalar, kitaplar ve karpit bombası.

         Hayalimde kendimi görüyorum. Edirne’de bisikletimi sırtlamış lojmanın merdivenlerinden sessizce bahçeye iniyorum. Paris’te yaşayan  zengin bir Musevi tarafından 1905 yılında yaptırılıp Edirne Musevi Cemaati’ne hediye edildiğini,  1939’a kadar Musevi (Alyan) Okulu olarak kullanıldığını, 1940’da cemaat tarafından hastane olarak Türk Ordusu’na,  1944’te ise  okul olarak Maarif Müdürlüğü’ne devredildiğini çok uzun yıllar sonra  öğrendiğim Emin Akıncı İlkokulu’nun  asırlık ağaçlarla gölgeli avlusunda pedal basarak bir tur attıktan sonra  Arnavut kaldırımlı sokaktan tenteli çarşı boyunca giderek ana caddeye çıkıyorum, Ayvazoğlu sinemasının afişlerine  göz atarak hızlanıyor,  hayatımda ilk ve son kez darağacında sallanan asılmış bir adam gördüğüm Hükümet Konağı’nın avlusunda asılmış adamı korkuyla hatırlayarak bir iki tur attıktan sonra  Burmalı Cami’nin ötesinden Meriç Nehri’nin üzerindeki köprülere doğru…  “Evladım, avlunun dışına çıkmayacaksın demedim mi, kaç kere söyledim sana, çocuğum!”

         Okulun arka avlusunda mermerden bir şadırvan, ön avlusunda yosun kaplı bir havuz var. İkisinin de içi iri yeşil kurbağalarla dolu. Bahçede serbestçe hoplayıp zıplayarak dolaşırlar, akşamları ateş böceklerinin ışığında patlak gözlerini yıldızlara çevirip topluca şarkı söylerler. “Çocuğum, şu kurbağalarla oynama, onları cebinde taşıma yavrum, evin içine sokma, isilik olacağız evladım, her tarafımızda siğiller çıkacak!”

         Evin içi kitap dolu. Tavana kadar uzanan raflardan kimseye göstermeden aldığım kitapları bana ait etajerde (ahşap dolap) topluyorum. “O kitabı işaretleyelim, büyüyünce okursun, olmaz mı?” (Émile Zola’nın Hakikat’ını kastediyor!) Doğan Kardeş çocuk mecmuasını bırakıyor, misafir odasının penceresinden kayısı ağacına, oradan kiraz ağacına geçerek firar ediyorum.

“Şunu okuyalım bakalım, ne düşüneceksin?”

Annemle ağaçların altındaki şezlonglara uzanıp Pearl S. Buck’ın romanlarını okuyoruz. Olay Çin’de geçiyor. Kançilarya sosyetesinin balolarında prenslerle vals yapan zarif İngiliz Leydisi açlıktan kırılan, hasta ve yoksul Çinlilere çok acıyor, onlara gizlice yardım ediyor.

Birkaç yıl sonra Ankara’da, çocuklara terk edilmiş, her yanını ot bürümüş geniş arsalar…  Goerig marka bisikletin fren teli kopmuş, Maltepe’den Nokta Durağı’na inen dik yokuşun sonunda bir koyun sürüsünün içine dalmış, Taksim Pastanesi’nin duvarına çarpıp parçalanarak ancak durabilmiş. Sürücü kan revan içinde. “Koskoca adam oldun, artık sana bisiklet yok!”

Mahallenin çocuk çetesi gizlice inşaat alanlarına girerek karpit çalıyor. Su dolu bir çukura atılan karpitler fokurdamaya başlayınca çukurun üzerine bir kuka (teneke kutu) konuluyor. Ateşleme mekanizması, bükülerek ucu tutuşturulan bir gazete kâğıdı. Badoom! Müthiş bir infilak, kuka füze gibi havaya uçuyor.

Netameli günler… 27 Mayıs Devrimi’nin artçı sarsıntıları yaşanıyor: 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe teşebbüsleri. Havayı yırtarak alçaktan uçan F-104 jetlerinin egzoz basıncıyla salonun camları şangır şungur yerlerde… Uzakta makineli tüfek sesleri… Ihlamur kokularının akasya kokularına karıştığı serin Mayıs gecesinde Kızılay’dan yükselip bütün şehre dalga dalga yayılan şanlı Harbiye Marşı: “Kanla irfanla kurduuuk… Ölmez nigâhbanıyız…”  Babam, “Balkonlara yaklaşmayın!” diye bağırıyor. Annem, Harbiye öğrencilerine acıyor, “Çocukları öldürecekler,” diye ağlıyor.

Arsada patlayan karpit bombaları mahalleliyi tedirgin ediyor. “Yüreğim ağzıma geldi” diye pencerelere koşuyor, darbe mi oluyor diye etrafa bakınıyorlar.  Sonunda bekçi, çocuk çetesinin mensuplarını suç aletleriyle birlikte olay yerinde yakalıyor. İki ciltlik İhtilaller ve Darbeler Tarihi’ni okumaya başlıyorum. Görmüş geçirmiş, büyük tecrübeler edinmiş çete mensupları bazı geceler arsada ateş yakıp çevresinde toplanıyor. Memleket meseleleri, darbeler ve ihtilaller konuşuluyor. Renkli, sınırsız hayaller…

Benim transistörlü (yassı pilli) radyom vardı (Dilek Pınarı müzik programı!); eve televizyon geldiğinde 18 yaşındaydım; bilgisayarı kapatınca yazdığım metin kaybolur mu diye korktuğumda ve internet kullanmaya başladığımda galiba 40’lı yaşların sonundaydım; cep telefonunun istikbalini göremedim, uzun süre direndim.

Bizden önceki kuşak II. Dünya Savaşı’nın yarattığı etkiler, yoksunluklar, zorluklarla yaşadı; yurtseverlik duyguları giderek Soğuk Savaş’ın propaganda mekanizmasıyla biçimlendi; “ısınmasını” bekledikleri lambalı radyoları vardı; sinemaya ve tiyatroya meraklıydılar; internete, cep telefonuna ulaşamadılarsa da hayat standartları düzenli biçimde her yıl yükseldi, sobalı evlerden kaloriferli apartman dairelerine geçtiler.

Ondan önceki kuşağın neredeyse hiçbir şeyi yoktu. Dört cephede savaştılar, Padişahlığı tarihe gömerek Cumhuriyet’i kurdular, büyük Aydınlanma devrimleri yaptılar; her aile şehit beratı ve İstiklal Madalyası’yla övündü.

Altmışlı yıllar bizim kuşağın Rönesans’ıydı. Kültürel etkileri azalarak 1980’lere kadar sürdü. Ayaklarımız biraz havadaydı.  Ateşi çalan Prometheus gibi başladık, balmumundan kanatları güneşe yaklaştıkça eriyen İkarus gibi bitirdik. En büyük hatamız kitapların, yani “söz”ün, insanları değiştirebileceğini sanmaktı. Aslında bu yanılsama, insan varoluşunun tarihsel olduğunu ve insan bilincinin maddi koşullar tarafından belirlendiğini saptayan düşünce sistemimizle de biraz çelişiyordu.

Gençliğimizde şiddetin her türlüsünü gördük. Fakat şiddetin, bütün karşıt taraflar için mantığı ve hedefleri vardı; politikti. Şimdiki gençler gibi bilgisayarın başında saatlerce savaş oyunlarının sanal âlemine gömülerek modern silahlarla katliam yapmadık mesela. Silahlar sahici, ölümler gerçek, yoldaşlık ve düşmanlık duyguları çok güçlü ve şiddetliydi.  Hayvanları koruduk, doğayı sevdik; onları çok yakından tanıma fırsatımız oldu. Karşı cinse olan ergen yabancılaşmasını onlu yaşlarımızın sonuna doğru aştık; diskoteğe gidip dans da ettik, mitingde slogan da attık, sokakta dayak da yedik.

Telefonda nostalji yaptığım arkadaşıma dedim ki “Biz dünyanın en güzel son zamanlarını yaşadık.”

“Doğru,” dedi, “fakat farkına varmadık.”

Telefonu kapatırken içimden, “Şimdi de galiba,” diye geçirdim, “dünyanın en kötü ilk zamanlarını yaşıyoruz.” Yılın ilk günü kimseye yüksek sesle böyle bir şey söyleyemem elbette. Fakat gerçek şu ki önümüzde çok dik, uçurumlu, sarp yokuşlar var.

2021 yılı herkese mücadele azmi getirsin, zihin açıklığı versin. Kutlu olsun! Veryansın, 01.01.2021