BÜYÜK KALKIŞMA

Yavuz Alogan

         Bizim gibi siyasî zekâsı vasat insanların kavrayamayacağı kadar karmaşık bir yerdeyiz. Odaklandığımız zaman perspektifi kaybediyoruz, perspektife dağıldığımız zaman odaklanamıyoruz. Odağı perspektifle karıştırdığımız zaman şaşı bakıyoruz, görüntü bulanıyor. Meşrebimize, fikrî ve siyasî müktesebatımıza göre elimize ne geçerse onu başkalarının gözüne sokmaya çalışıyoruz.  Kargaşadan kurtulmak için “sadeleştirme” gerekiyor. Bunu da ancak dikkati dağıtan bütün unsurları eleyerek yapabiliriz.

         Ortada bir siyaset masası var.  Masanın bir ucunda Saray, diğer ucunda muhalefet partilerinin başkanları oturuyor. Cumhur  ya da Millet denilen  siyasî bloklar bu iki kutbun çevresinde toplanmış.  Masayı kimin kurduğunu, sofrayı kimin donattığını konuşmayacağız.  Meraklısı, 2002 krizinden sonra gelişen olayları,  siyasetin bir dizi komployla nasıl “dizayn” edildiğini, Saray’ın FETÖ’yle birlikte icra ettiği BOP eşbaşkanlığından sıyrılarak çok kutuplu dünyada İslâmi bir aktör olma çabasına nasıl girdiğini, CHP yönetiminin el değiştirerek kendi içindeki ulusçuları  nasıl tasfiye ettiğini, MHP’nin içinden yeni bir partinin nasıl çıktığını ve  birbirini doğuran pek çok olayı gözden geçirebilir;  hatta siyaset masasının aslına uygun biçimde tasvir edildiği  son RAND raporunu okuyabilir.

         Masadaki duruma baktığımız zaman, Saray’ın ucu hilafete kadar giden karşıdevrim programını hızlandırarak hedeflerini öne çektiğini görüyoruz. Muhalefet bloku ise ortamı germekten özellikle kaçınarak zaman kazanmaya çalışıyor. Saray oy kaybettiği için acele ediyor, muhalefet ise ilk seçimlerde Saray’ı devireceğine inandığı için ağırdan alıyor.

         Saray’ın durumu çok özel, gâvurların sui generis dedikleri türden, yani benzersiz.  Rejimi değiştirerek, böylece kendisini her türlü Devlet denetiminden kurtararak fakat aynı zamanda düveli muazzama’nın baskılarına maruz bırakarak dönüşü olmayan bir yola girdi. Seçimleri kaybeden sıradan bir devlet başkanı gibi devir teslim töreni yapıp, yerine seçilen kişiye başarılar dileyerek köşesine çekilme şansı kalmadı. Bu yüzden kendisine, yargılanmama güvencesi karşılığında iktidarı fazla tantana etmeden muhalefet blokuna bırakması ya da yakınında olan birilerine teslim etmesi tavsiye ediliyor.

         Burada, insanın istikbâline baktıkça mücrim gibi titremesine yol açan korkunç bir durum var.  Korkuya kapılan insan -bilindiği gibi- ya kaçar ya da savaşır. Savaşarak netice almak neredeyse imkânsız. Günümüzde bütün muhalif liderleri tutuklayarak, sokak çatışmalarında yüzlerce hatta binlerce kişiyi öldürerek mutlak bir iktidar kurmak ve bunu hem halka hem de bütün dünyaya makul biçimde anlatıp kabul ettirmek çok zor.   Ayrıca Saray savaşmak için gerekli olan, bu tarz mücadeleye uygun kadrolara, Devlet aygıtlarına sahip değil.

O hâlde kaçacak. Kaçmanın da iki türü var.  Ya geriye doğru kaçarsınız ya da ileriye doğru kaçarsınız. Geriye doğru kaçmak kolay. Uçağa binip Katar’a gider, hayatınızın sonuna kadar sürgünde lider kimliğiyle refah içinde yaşarsınız. Gerçi Katar’ın Emir-ül Mümînin’i  İstanbul Kanal’ında arsa  parselleyen anasının eli böğründe kaldığı, tank-palet imkânı ve çeşitli avantalar suya düştüğü için biraz bozulur ama sizi pamuklara sararak muhafaza etmekten geri durmaz.

Ya da ileriye doğru kaçarsınız. Zamanı hızlandırarak ileriye doğru sıçramaya, arzuladığınız şeriat rejimini kurmaya, 2023-53 hedefinizi öne çekmeye, böylece içine girdiğiniz çıkmazdan kurtulmaya çalışırsınız. Bu kaçış kendinizi aldatmanızı, bütün diktatörlerde görülen türden iyimserliği, etrafınızın boşalmakta olduğunu ve sizi yok edecek sorunların giderek büyüdüğünü görmezden gelmenizi gerektirir.  Bu ruh hâline bürünerek her şey olmuş bitmiş, büyük zafer kazanılmış gibi davranır, kitlenizi buna inandırmak için yüksek perdeden nutuklar atarsınız.

Ayasofya’nın ibadete açılması Saray’ın ileriye doğru kaçışa karar verdiğini gösteren çok önemli bir olaydır, bir başlangıç noktasıdır. Sayın Reis, aldığı kararı savunurken, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını “hukuka ve tarihe ihanet”le suçlamıştır. Ayasofya’nın önünde toplanan kalabalık “Sıra 5816’da” (Atatürk’ü koruma kanunu) diye pankart açmıştır; bazı unsurlar “Taş adam eriyor” demiş, bazıları merkez medyada Hilafet’in ne kadar gerekli olduğuna ilişkin derin analizlere başlamıştır.  Bu büyük kalkışmadır! Büyük kalkışma başlamıştır.

Danıştay kararı açıklanırken tuhaf bir şey oldu. Aynı gün merkez medyanın bütün haber sunucuları Cumhurbaşkanı’nın saat 20.53’te açıklama yapacağını bildirdiler. O zaman tuhafıma gitti.  İnsan saat 20.00’de ya da 21.00’de açıklama yapar. 20.53 ne alâka?

Ertesi gün Merdan Yanardağ’ın yazısını (Tele1,15.07.20) okuyunca parçaları birleştirdim. Meğer Ayasofya kararında derin bir sembolizm varmış: Danıştay, kararını saat 14.53’te açıklıyor (1453, İstanbul’un fethi); Sayın Reis, konuşmasını saat 20.53’te yapıyor  (fethin 600. yıl dönümü ve AKP’nin 2053 hedefi); Ayasofya 24 Temmuz’da kılınacak Cuma namazıyla ibadete açılacak (1908 Hürriyet Devrimi’nin ve Lozan Antlaşması’nın yıldönümü).

Bunun bir rastlantı olduğuna inanmak istiyorum. Sayın Saray bu sembolizmle tabanını oluşturan tarikat ve cemaatlere işaret veriyor olabilir mi?  Bir Devlet nasıl bu kadar gayrı ciddî olabilir.  Ayrıca, böyle bir şey nasıl örgütlenebilir? Diyelim ki Saray’ın sivri zekâlı bir danışmanı böyle bir sembolizm yarattı. Bunu ülkenin Cumhurbaşkanı nasıl kabul edebilir? Danıştay’ın değerli üyeleri kararlarını saat 14.00’te ya da 14.30’da değil de, tam 14. 53’te nasıl açıklayabilirler? Tam o saatte açıklama yapmaya nasıl ikna edilmiş olabilirler? Burada bir dar grup siyaseti, Devlet yönetiminde çeteleşme, bir gizli tarikat tavrı ve en önemlisi Cumhuriyet’e karşı bir kalkışma var.

Başka belirtiler de var.  Bunların en önemlisi,  Nakşibendiğin Hâlidi koluna mensup İsmailağa Cemaati’nin (bu konuda okuyunuz: Rıza Zelyut, Tarikat Kuşatmasındaki Türkiye -Hâlidi Cehennemi, Kaynak Yayınları 2019) talebi üzerine Saray hükümetinin, “Kadına Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi İçin İstanbul Sözleşmesi”nden çıkılmasını tartışmaya açmasıdır.  Cemaat, İstanbul Sözleşmesi’nin “Kadına yaratılış amacının dışında misyonlar yüklediği”ni, “ahlâki yapımızı ve ecdadımızdan bize intikal eden aile medeniyetimizi yıkmayı hedeflediği”ni iddia etmiştir. Bunun üzerine, AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş, İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili “Farklı kesimlerden olumsuz tepkiler” aldığını belirterek, “Her gün halkın içinde olan birisiyim, gittiğimiz her yerde karşımıza çıkıyor; biz buna karşı duyarsız kalamayız,” demiştir (bu konuda bkz. Murat Yetkin,  “İstanbul Sözleşmesi Kutuplaştırma Siyasetine Feda Edilemez,” Yetkin Report, 09. 07. 20).

Bakın ben size bir şey söyleyeyim: Cumhuriyet’in ilanı ve Devrim Kanunları’nın uygulanmasıyla birlikte biz Türkler batı kültür kuşağı içinde yer aldık. Aydınlanma ve laisizm mücadelesi büyük devrimci atılımlarla kazanılmıştır. Bu saatten sonra kimse bizi dinî esaslarla yönetilmeye, kadınları toplum hayatından dışlamaya, şalvar ve cüppeyle dolaşmaya ya da kıl çadır önünde kopuz çalmaya zorlayamaz.  Din ile uygarlığı, kültür ile folkloru, efsanelerle gerçekleri karıştırmayalım.  Hayat tarzımıza müdahale ettirmeyiz! Kültür çatışmasını kendi siyasî emelleriyle tevhid ederek toplumu Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri üzerinden hesaplaşmaya ve çatışmaya zorlayanlar hıyanet-i vataniye’yle suçlanmaktan kurtulamazlar. Kimse kalkıp kendi 2023-2053 hedeflerini bütün yurttaşların benimsediğini, benimsemeyenlerin hain olduğunu iddia edemez. Böyle bir hedef belirlemek kimsenin haddi değildir.

Neyse, konuyu dağıtmayalım, tekrar masaya dönelim.

Masanın her iki ucunda, başta laiklik olmak üzere Devrim Kanunları’nın geçersiz olduğu yönünde kuvvetli bir kanaat oluşmuştur.  Bu kanaat muhalefet partilerinin tabanında değil yönetim organlarında oluşmuştur. Meclis’te grubu olan bazı partilerin yöneticileri arada bir “Atatürk”ün adını anıyor olsalar da, AKP seçmenini etkilemek için kendi kitlelerini Cumhuriyet’in esaslarından ve temellerinden uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.

Nitekim Dr. Doğu Perinçek Cumhuriyet’in temellerinin sorgulanabileceğini iddia etmiştir.  “Devrimlerin değişmeyeceğini düşünmek, devrimcilik ruhuna aykırıdır” gibi göz kırpan ifadeler kullanmakta, “Devrim kanunları da bir gün eskiyecek; dün ilerici olan yarın gerici olacak” demektedir. Nasıl değişecekmiş devrim kanunları?   Dr. Doğu Perinçek’in yazıları ve sözleri siyasî topluma hâkim olan ideolojik atmosferin barometresi gibidir.     Bu barometrenin şimdiki göstergelerine baktığımız zaman, siyasî toplumu yönlendiren parti yöneticilerinin “Atatürk İlke ve İnkılâpları”ndan uzaklaştıklarını görüyoruz. Siyasî toplum, en geri bilinç düzeyinde hizalanmaya çalışan uzlaşmacı parti liderleri tarafından yönlendirilmektedir.

Sonuç olarak mevcut siyaset masasından vatana ve millete hayır gelmez.  Bu masayı mevcut şekliyle kimlerin hangi komplolarla, manipülasyonlarla bu şekilde tanzim ettiğini herkesin oturup iyice düşünmesi gerekir. Masa millî ve ilerici değildir. Her gece merkez medyanın televizyon ekranlarında hep aynı karakterlerle yapılan kahvehane muhabbetinden biraz uzaklaşıp, kendi kafamızla düşünmeye cesaret edelim.  Parti yönetimlerinin tabanın ortak iradesini yansıtıp yansıtmadığını, kongre delegelerinin seçilme yöntemini sorgulayalım. Kendi kafamızla düşünürsek, kafamız karışmaz. Kafamız karışmasın. Büyük kalkışma var!  Veryansıntv, 17.07. 2020