İKTİDAR YOLLARI

Yavuz Alogan

Devlet aygıtını ele geçirmek tek başına devrimin ya da karşıdevrimin tamamlanmasını sağlamaz. İktidarı ele geçiren siyasî partinin kendi programına uygun biçimde devlet aygıtını dönüştürmesi gerekir.  Bu da yetmez. İktidar partisinin kendi ideolojisine hegemonik bir nitelik kazandırmak için siyasî toplumun, sosyal sınıfların ve çıkar gruplarının dönüştürülen devlet aygıtına tam itaatini, onları razı ederek ya da zor kullanarak sağlaması; bunun için de rızaya ya da tahakküme meşruluk kazandıran yasalar çıkarması gerekir.

         Nazi Almanyası’nda devlet aygıtının dönüştürülmesi, bütün devlet kurumlarının ve birimlerinin Nasyonal Sosyalist program ve politikalarla eşgüdümü sağlanarak gerçekleştirildi. Bu eşgüdüm uygulamasına, elektrik akımının sadece tek bir yönde akmasını sağlayan bir elektronik aygıtın (Gleichrichter) ismi kullanılarak Gleichschaltung  denildi.  

Halkın iradesini temsil eden Führer, devlet kurumları ve parti örgütleri aracılığıyla   politikaların halka aktarılmasını sağlıyordu. Alman parlamentosu (Reichstag) ve eyalet parlamentoları hem Alman anayasasına, hem de eyalet anayasalarına ters düşen yasalar çıkarabiliyordu. Bu uygulama 31 Mart 1933 tarihli Geçici Yasa’yla başlatıldı. Bu yasa, birkaç gün önce, 24 Mart 1933’te çıkarılan Yetki Yasası’nı tamamlıyordu.  Yetki Yasası, Nazi hükümetine Reichstag’ın, yani parlamentonun onayı olmadan yasa çıkarma, gerektiğinde anayasadan sapma, uluslararası anlaşmaları sonuçlandırma hakkı; Şansölye’ye, yani Hitler’e ise gerektiğinde bizzat yasa  (kararname) çıkarma yetkisi veriyordu.  Yetki Yasası Reichstag’da müzakere edildi ve normal parlamenter prosedüre uygun biçimde, 94’e karşı 441 evet oyuyla kabul edilerek yürürlüğe konuldu.

         Aslında Alman faşist devletinin doğumu parlamenter yöntemlerle çıkarılan bu iki yasayla gerçekleşti (1930’larda Alman devletinin dönüşümü için bkz., Fischer 2020, Mazower 2014, Kershaw 2009, Shirer 1960).

         Buraya kadar benzerlikten söz edebiliriz. Saray hükümeti ve Reis referandumlarla, yasalar ve kararnamelerle Devlet’i ele geçirdi ve tek yönlü bir “akım” yaratarak devletin bütün kurumları ve birimleriyle eşgüdüm sağladı. Herkesin bildiği ve fark ettiği gibi, vali ve emniyet müdüründen general, rektör, yargıç ve il millî eğitim müdürüne kadar bütün atamalarda liyakat değil sadakat gözetilmiş, kusursuz bir tek parti devleti şimdiden kurulmuştur. Bu yapının içinde, arkasında ya da yanında sahici bir başka devlet, etkisini hissettiren “kısmî devlet” gibi bir şey aramak saçmadır. İktidar bloku içinde elbette rekabetler, fraksiyonlaşma, çıkar gruplaşmaları, saray entrikaları vardır.  Bunlara anlam yüklemek, bir bütün olarak sistemin niteliğini ve çıkmazlarını gözden kaçırmaya yol açar. 

         Bu rejim, Cumhuriyet’in bütün kazanımlarına tarihsel olarak karşı çıkan örgütlü tarikat ve cemaatlerin gerici ve gevşek koalisyonuna dayanmakta, toplumun özellikle alt ve alt-orta sınıflarının muhafazakâr eğilimlerine hitap etmekte ve esas olarak Cumhuriyetin, başta laiklik olmak üzere kuruluş ilkelerine meydan okumaktadır. Bu özelliğiyle Saray ideolojisi, iktisadî krizin vurduğu küçük burjuvazinin militanlaşarak işçi sınıfı mücadelesini bastırmak için seferber edildiği klasik faşizmden ayrılır.

Burada çatışma konusu, işçi sınıfının ekonomik ya da siyasî taleplerinin aşırı milliyetçi ve militan bir ideolojik tutumla baskı altına alınması değildir. Esasen Türkiye’de işçi sınıfının sınıfsal bilinci ve belleği etnik ve dinî yapılarla parçalanmıştır. Emperyalist kapitalist dünya sisteminin Türkiye’de kazandığı en büyük başarı budur. Yurttaşın yerini “müşteri” almış, insanları etnisite ve dinî inançlarına göre bölen muazzam bir kimlik bunalımı yaratılmıştır.  Bu kargaşa içinde sendikalar ancak “kıdem tazminatı” gibi konularda bıçak kemiğe dayandığı zaman kendi varlıklarını koruyabilme telaşıyla sızlanmaktadırlar.  Kaldı ki 14,2 milyon işçinin sadece 1,9 milyonu sendikalıdır.  Bu kadar örgütlü bir işçi sınıfı taleplerini kabul ettirebilir mi, genel grev yapabilir mi, ya da yapacağı şeye “genel grev” denebilir mi? Kimse kendini aldatmasın.

Saray, küresel kapitalizmin yerli işbirlikçisi olan, siyasî iktidar tarafından devletin kaynakları kullanılarak yükseltilen yeni bir sınıfa, rantçı ihale zenginlerine yaslanmaktadır. Taşra kökenli, kasaba kültürlü  bu yeni ve görgüsüz zenginler sınıfı servet edinme ve edindiği serveti muhafaza etme imkânları daraldıkça  kendisine yeni bir siyasî temsilci arayacaktır.  Bu arayış daha şimdiden iktidar partisinin tabanını bölmeye başlamıştır.

Saray’ın telaşı bundandır. Azami programını öne çekme ve her türlü muhalefeti baskı altına alma, yurttaşların iletişim imkânlarını daraltma çabasının sebebi budur. Kendi tarikat/cemaat tabanını sağlam tutmaya, siyasî toplumun kendisine biat etmeyen bütün kesimlerini hain olarak damgalamaya, ülkenin dış düşmanlar tarafından kuşatıldığını ilan ederek sürekli bir savaş durumu, olağanüstü hâl yaratmaya çalışacaktır.

Saray, içine girdiği süreçte, başlangıçta kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan AKP’den de uzaklaşarak “muhafazakâr otoriter” bir siyasî çizgiye kaymakta, böylece kendi sonunu hazırlamaktadır.  Reis, çok kutuplu dünyada bağımsız bir aktör olma hevesinden vazgeçip, şantajına maruz kaldığı Atlantik Sistemi’ne yaklaşarak jeopolitik tavizler verdikçe, ülke içindeki otoriter tutumunu artıracak, sahte gündemler ve hayali düşmanlar yaratarak iktidar süresini uzatmaya, var gücüyle bir seçim daha kazanmaya çalışacaktır.

         Burada bizatihi siyasî iktidarın Cumhuriyet’in kazanımlarına karşı bir kalkışma hareketine girişmesi gibi benzersiz bir durum söz konusudur. Ayasofya’da yapılan dinî devlet töreniyle Büyük Kalkışma başlamıştır. Saray iktidarı bu törenle hem bütün dünyaya hem de Türk halkına Devlet’in artık laik olmadığını ilan etmiş, Cumhuriyet’i kuran kadroları lanetle anmış ve toplumun hegemonyaya razı edilemeyen kesimlerini mihraptan kılıç göstererek tehdit etmiştir. Devlet mihraba elinde kılıçla çıkmış ve laik topluma siyasî İslam’a biat etmesini “tebliğ” etmiştir. Bu, Büyük Kalkışma’dır.

         Tarikat ve cemaat erbabı bu kalkışmaya katılmış, önüne atılan İstanbul Sözleşmesi taviziyle yetinmeyerek “şimdi değilse ne zaman, sen değilsen kim?” diyerek  hilafet talep etmiştir.   Hilafet  talepleri yükselmeye ve yayılmaya başlayınca,  Saray hükümeti telaşlanmış, tarikat ve cemaatlere dönerek “şimdi değil fakat çok yakında, ilk seçim zaferinden hemen sonra” demeye başlamış, bu arada nüfusun öteki yarısını “Cumhuriyet gözbebeğimizdir, Mustafa Kemal’i rahmet ve saygıyla yâd ediyoruz”  sözleriyle yatıştırmaya çalışmıştır.  Sahtekârlığın, takıyye’nin, art niyetliliğin adı “politika” olmuştur.

         Fakat Pandora’nın kutusu açılmış, hilafet tartışması Cumhuriyet tarihinde ilk kez ülkenin gündemine girmiş, şeyhülislam cüppeli, Osmanlı Paşası kılıklı soytarılar sokaklarda boy göstermiş, cüppeli tarikat hocalarına asker selâmı veren polislerin fotoğrafları sosyal medyada yer almıştır. Bu gerici unsurları Hitler’in SA’larına, Mussolini’nin Kara Gömleklileri’ne ya da Franco’nun Sivil Muhafızlar’ına benzetmek durumu abartmak olur. Faşizm tarihsel, sosyolojik, teorik boyutları olan ciddî bir ideolojidir.  

Fakat  Ayasofya çevresinde toplanan unsurların bir süre sonra, 2000’li yılların başında denedikleri gibi, sokaklara çıkıp yurttaşlara “tebliğ”de bulunmaları, Saray’ı yeni tavizlere zorlamaları kimseyi şaşırtmamalıdır. Saray çaresizlik içinde tarikat ve cemaatleri kendisine bağlı tutarak daha sert bir OHAL yönetimi ya da seferberlik gibi fırsatlar kollamaya devam edecek, ulûfe dağıtarak, elindeki kıt kaynakları yeniden bölüştürerek seçim kazanmaya çalışacaktır. 

         Alman faşizmiyle mevcut rejim arasında sadece seçimle iktidara gelen bir cemaatin gizli bir tarikat gibi davranarak devleti ele geçirmesi ve dönüştürmesi bakımından benzerlik vardır.

         Beştepe Saray’ının tarih içindeki yeri 1909’daki Yıldız Sarayı’nın, Reis’in yeri ise Sultan II. Abdülhamid’in yanıdır. Sokaklarda beliren hilafetçi kalabalık tarihsel olarak 31 Mart İsyanı’na katılan yobazların yanında yer almaktadır. Bu kalabalıkları top ve tüfekle destekleyecek Avcı Taburları henüz ortaya çıkmamış fakat nüfusun yaklaşık yarısı Hareket Ordusu’nun hâlet-i rûhiyesine bürünmüştür. Saray bizzat yarattığı krizi çözebilecek ve demokrasi treninden inebilecek imkânlara sahip değildir.