“TEKLİFİ YARIN MECLİSE VERİYORUZ İNŞALLAH”

Yavuz Alogan

         Saray’ın yönettiği toplumda herkes hünkârın ağzına bakar. Hünkâr, 21 danışmanıyla toplanıp karar verir. Karar ilgili ofise gönderilir ve kanun teklifi olarak yazılır.  Teklif, Meclis’in ilgili komisyonundan geçtikten sonra bir paketin içine konulur ve “kabul edenler-etmeyenler-kabul edilmiştir” işleminin ardından Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer.

Reis, “Milletvekili arkadaşlarımız bu konuyla ilgili kanun teklifini yarın sabah veriyorlar inşallah” dediği anda iş biter. O sizin için en iyi, en uygun olanı düşünmüştür ve kararını vermiştir. “Hukuk siyasetin köpeğidir” teorisine göre yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.  Hayatının altın çağını yaşayan o mukaddes köpek her defasında sahibinin sesine koşacaktır.

“Egemen kimdir?” sorusunun temsilî demokrasilerde aşıldığı, sorun olmaktan çıktığı varsayılmıştır.  Günümüzde kimse kalkıp Nazi hukukçusu Carl Schmitt gibi, “Egemen olağanüstü hâle karar verendir” diyemez. Fakat Türkiye’de fiiliyatta olan budur.  Carl Schmitt’e göre, olağanüstü hâle karar veren, yani egemenliğini ilan eden kişi kendi siyasî rakiplerini, toplumsal grupları ve meslek örgütlerini “neyin gerçek ve âdil olduğuna ikna etmek”le mükellef (yükümlü) değildir; çoğunluğu elde etmiş olması hükmetmesi için yeterlidir.  Bu düpedüz faşizmin hukuk teorisidir ve 1920’lerden kalmadır. Egemenlik sorunu ülkemizde 1800’lerden beri tartışılıyor.  Buraya nasıl gelindiğini ve buradan nereye gidileceğini herkesin düşünmesi gerekir.

Saray’a dönüşen AKP yönetimi son zamanlarda tavrını değiştirdi. Uzun yıllar boyunca (18 yıl) bir adım ileri gidebilmek için önce iki adım geri çekildi, sonra dört adım ileri gitti, siyasî toplumun muhtemel tepkisini dikkate alarak temkinli davrandı. Bütün o yasal düzenlemelerde, anayasa değişikliği referandumlarında, kaynakları elinde toplama çabalarında, dış politika ataklarında hep aynı temkinli tutumu gördük.  15 Temmuz’dan sonra kendi toplum tasavvurunun bir tür meşruiyet kazandığını düşünerek yapısal dönüşümü hızlandırdı, birkaç hamlede Devlet’in yapısını değiştirdi: kuvvetler ayrılığını yok etti; parlamentonun yasama gücünü zayıflattı; HSYK’nın “Yüksek” olmadığına karar verdi, üye sayısını azalttı; MGK kurumunu işlevsizleştirdi, Türk Ordusu’nun kurumlarını kapattı; Devlet’in bütün organlarını kendi suretinde yeniden tertipledi.

Yıllar boyunca önce AKP, sonra Saray, siyasî toplumun içindeki müttefiklerini sürekli değiştirdi. Solcu gibi duran liberallerden, MHP gibi sahici, VP gibi hevesli müttefiklere kadar çok geniş bir yelpazeyle çalıştı.  Gerçek tabanını oluşturan tarikatları, cemaatleri kollayıp güçlendirdi, onların vakıflarına sular seller gibi para akıttı; bu arada sendikaları, meslek kuruluşlarını, sivil toplum örgütlerini böldü ve sürekli zayıflattı.

Saray’ın temkinli tutumunu terk etmesinin tek bir sebebi olabilir: Siyasî İslamcılar’ın bölünmesi ve Cumhur ittifakının tabandan aşınmaya başlaması.  Bölünme ve aşınma Saray’ı sansasyonel hamlelere yöneltti.  Stratejik hedefini (2023, 2057 vs) öne çekmeye, iç düşman yaratarak kendi tabanını konsolide etmeye, siyasî toplumun geri kalanını tehdit ederek, korkutarak yıldırmaya başladı. Saray, iktidarda kalabilmek için sert yapmaya karar verdi.

Çoklu Baro kararı bu yönde atılmış bir adımdır.  Sayın Feyzioğlu “Ben bakanlarla görüşüyorum, bu işi halledeceğim” mealinde konuşuyordu. Vatan Partisi’nin başkanı “Şu anda hükümetin çoklu baro diye bir önerisi yok, ancak tevatürlerle kamuoyunu kızıştırmak isteyen belli merkezler var” diyerek ortamı yatıştırmaya çalışıyordu (Aydınlık, 25.06.20). Fakat Sayın Reis ansızın “Arkadaşlarımız kanun teklifini yarın veriyorlar inşallah” diyerek düğmeye bastı.  Şimdi kitlesel protesto hareketleri, hak arama mücadelesi değil, VP’nin diliyle,   “belli merkezler”in kamuoyunu kızıştırmasını bekliyoruz. İnanılır gibi değil!

Üstelik Sayın Reis, meslek örgütlerinin yöneticilerini “kendi küçük hesapları için toplumun menfaatlerini hiçe sayan muhterisler” diye fırçaladı. “Sayıca az olmalarına rağmen sistemin zaaflarından istifadeyle köşeleri tutmuş, menfaatperestliklerini ideolojik söylemlerin ardına gizleyen bir kesimin ülkenin önünü daha fazla tıkamasına daha fazla göz yummayacağız,” dedi. Yani diyor ki sizi yok edeceğim, öyle bir AKP Barosu, öyle bir AKP meslek odaları kurduracağım ki hepiniz altında ezileceksiniz.

Şimdi aynı şeyi sendikalara da yapabilir. Bir gece ansızın “Tamamlayıcı emeklilik sistemi (TES) kanun teklifini yarın Meclis’e indiriyoruz inşallah…” diyebilir. Gerçi bu konuda daha dikkatli bir dil kullanıyor, sendikalardan sanki biraz çekiniyor. Baroların, meslek örgütlerinin dağınık ve zayıf olduklarını, iktidarla boş yere didişerek yorgun düştüklerini bildiği için örgütlü avukatlara, mühendislere, hekimlere “Lan menfaatperest muhterisler!” diye giydirmek kolay. Sendikalar daha farklı.

Kıdem tazminatı devesini hendekten atlatmak biraz tehlikeli. Şeytan doldurur. Bozkır kuruysa maazallah bir kıvılcım, “belli merkezler” de dâhil olmak üzere her şeyi ateşe verebilir.   Bu yüzden Sayın Cumhurbaşkanı, “İşveren sendikaları, işçi sendikaları gelin bir araya, bu konuyu (kıdem tazminatı) kendi aranızda halledin” (Akit, 27.06.20) gibi sözlerle şimdilik orta sahada top çeviriyor. Tepkileri görecek, karşı çıkanların kıymet-i harbiyesi’ni değerlendirecek. Türk-İş’in, özellikle yakın arkadaşı Başkan Ergün Atalay’ın tutumuna bakacak. DİSK’in tabanı zaten zayıf, Hak-İş ise bir yere kadar direnebilir… Önemli olan Türk-İş’in tutumu… Sendikalar kıdem tazminatı konusunda işçileri kararlı ve sürekli bir eyleme yöneltemezlerse: “Kanun teklifini yarın Meclis’e indiriyoruz inşallah…”  

AKP, rejimi çatır çatır değiştirip kendi anayasasını yaparken barolar, meslek örgütleri, sendikalar ve siyasî toplumun muhalif kesimleri millî demokratik bir anayasa için birleşerek, 2007 Cumhuriyet mitinglerinin ruhuyla mücadele edemediler. Şimdi kimsenin yakınmaya hakkı yok. Devlet’in kuruluş ilkelerine ters düşen bir cumhurbaşkanının seçilmesini önlemek için yapılan Cumhuriyet mitingleri ve Saray diktatörlüğünü engellemek için başlatılan Millî Anayasa Hareketi, sistemin içinde meşru mücadele yürütmek için kazanılmış son fırsatlardı.  Laik demokratik cephe, kurulamadan kendi içinde bölünerek dağıldı. Üstelik demokrasi, özgürlük ve hukuk bayrağını Abdullah Gül, Davutoğlu, Babacan, Kılıçdaroğlu, Akşener gibi politik karakterlere, hatta HDP gibi dış destekli partilere, solcu gibi duran liberallere kaptırdı. Onların elindeki demokrasi ve özgürlük bayrağı sahtedir.     Bunun nasıl mümkün olabildiğini, hangi siyasî aktörlerin nasıl bir rol oynadıklarını tartışmak bugünün işi değil. Fakat bu konuyu düşünmek, buradan çıkabilmek için buraya nasıl gelindiğini iyi anlamak gerekir. Mevcut rejimin kurulması nasıl mümkün olabildi?

Çok büyük fırsatlar kaçırıldı, kurulmak istenen cephe görülmez eller tarafından dağıtıldı. Şimdi sadece kısmî güçlerin savunma ve direniş amaçlı artçı mücadelesine tanık oluyoruz.  Bu da bir şeydir.  Bir umuttur. Kurucu bir iradenin demokratik yollardan oluşması için vakit geç değildir.  yalogan@gmail.com