KÜRTLERİN YIRTICI KURTLARLA DANSI

Yavuz Alogan

Tarihin belirli dönemeçlerinde siyasi isyan hareketleri çok daha büyük güçler tarafından çeşitli ittifaklara, kendi programlarından tavizlere, bazen de teslimiyete zorlanırlar. Bunun en çarpıcı örnekleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Balkanlar’daki sosyalist hareketlerin akıbetidir. Bu hareketler, Avrupa’nın savaş sonrası statükosu için Stalin-Roosevelt-Churchill anlaşmalarıyla feda edilmiş; sosyalist bir Balkan federasyonu ilkesine bağlı kalarak bloksuz kalmayı başaran tek ülke Tito’nun önderlik ettiği Yugoslavya olmuştur.

Duvar’ın yıkılması ve Sovyet sisteminin çökmesinden sonra, özellikle üç bölgenin yeniden düzenlenmesi emperyalistlerin gündemine girdi. Bu bölgeler, Ortadoğu, Afrika ve Uzakdoğu; yani neredeyse dünyanın yarıdan fazlasıdır. Düvel-i muazzama, buralarda güçlü ekonomileri, orduları, şahsiyetleri, ideolojileri olan ulus-devletler istemiyor. Etnisiteye, mezheplere, hatta Libya’da olduğu gibi kabilelere, klanlara   bölünmüş; sürekli birbiriyle didişen, cehaletin ta dibine batmış, evrensel/tarihsel bütün değerlerini feda ederek en geri kültürel yapılara sıkışmış, teknoloji geliştirme kabiliyeti olmayan, ihtiyacı olan her şeyi Batılı ülkelerden satın alan, kolay yönetilebilir dar bölgeler istiyor. Bu bölgelerdeki bütün kaynakları; Ortadoğu’nun petrolünü; bütün enerji iletim yollarını; Afrika’nın uranyumunu, doğal gazını, kıymetli madenlerini, aklınıza ne gelirse her şeyi denetlemek istiyor.

Eskiden ‘kalkınma’ diye bir kavram vardı. ‘İktisadi büyüme’ denilen şeyden farklıydı ve nüfusun hayat standardının yükseltilmesi, eğitilmesi, daha sağlıklı olması gibi hedefleri ima ediyordu.  Azgelişmiş ülkeler -bunlara ‘Üçüncü Dünya’ deniyordu- kendi doğal ve insani kaynaklarını kullanarak, gelişmiş ülkelerin yardımıyla -yardım sağlayan pek çok kuruluş vardı- belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşarak kalkınacaklardı. Emperyalist-kapitalizm iki kutuplu dünyada halkların aşırı derecede yoksullaşmasından korkuyordu.  Bölgesel savaşlardan, etnik çatışmalardan, marjinal grupların silahlanmasından, sınırların değişmesinden, ulus-devletlerin iç savaşlarla parçalanmasından çekiniyordu. Elbette, sendikaları denetleyerek işçi hareketlerini sisteme yönelik bir tehdit olmaktan çıkarmaya çalışıyor, en ucuz emek için ortam yaratmaya çalışıyor, askeri darbelerle kitle hareketlerini baskı altına alıyordu. Fakat sosyal-devlet denilen efsanenin hâlâ var olduğunu kanıtlama zorunluluğundan kaçamıyordu.

Yeni dünya ahvâli

Bugünün dünyasında emperyalist-kapitalist sistemin kendi içinde paylaşım rekabetleri ve bunun gerektirdiği pazarlıklar dışında  herhangi bir kaygı taşıması için  sebep kalmamıştır. İnsanların muazzam bir cehalet içinde birbirlerini katletmeleri, sınır savaşları, yapay ülkelerin oluşması, yoksulluk ve sefalet onları artık hiçbir şekilde ilgilendirmiyor. Kendi karşıtının ortadan kalkması varoluş kaygılarını dindirmiş gibidir. Enerji kaynaklarının yerli halklara küçük kırıntılardan da daha küçük bir pay bırakılarak insafsızca sömürülmesi, cahil ve vahşi halk kitlelerinin en ucuz emek sömürüsüne maruz bırakılması, insanların medya kanalıyla aldatılıp uyutulması, milyarların aptallaştırılması, dinlerin siyasallaştırılması, geniş emekçi kitlelerin bilinçsiz hayvan sürülerine dönüştürülmesi için gerekli koşullar, komünizmin çökmesi ve onun çevresindeki bütün farklı programatik mücadele alanlarının etkisini kaybetmesi, işçi hareketlerinin bir tehdit olmaktan çıkmasıyla birlikte mümkün hale gelmiş bulunmaktadır.

Karl Marx mezarından çıkıp dünyaya şöyle bir baksaydı, kapitalizmin bütün insani değerlerden soyunarak çıldırdığına hükmederdi. Bernstein ve Kautsky, devrimsiz bir evrimle insanlığın sosyalizme ulaşacağını düşündükleri için özeleştiri yaparlardı. Lenin yeni bir Devrimci Doğu Halkları Kurultayı örgütlemek için adam bulamazdı. Troçki, dünya işçi sınıfının nereden nereye ‘geçmekte’ olduğunu görüp şaşırır ve yeni bir ‘Geçiş Programı’na başlangıç olarak, Marksizmi Savunurken-II adlı bir kitap yazardı.

Belki de edebiyatçılar, Demir Ökçe’de Jack London, 1984’te George Orwell, Körleşme’de Elias Canetti, geleceği, filozoflardan ve teorisyenlerden çok daha iyi sezinlediler.

İşçilerin kardeşliğini, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesini tarihin çöplüğüne göndermenin en kestirme yolu, insanlara kimlik dağıtmak ve onları bu kimliklere göre örgütlenmeye teşvik etmektir. Bunu yaptığınız zaman, ortada ne burjuvazi ne de proletarya kalır; insanlar zaman içinde Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Çerkez, Arnavut, Çeçen, Boşnak ve daha pek çok şey halinde paramparça olarak ve birbirinin karşısına geçerek örgütlenirler. Kapitalist-emperyalist sistem en önemli sorununu şimdilik bu şekilde çözmüş görünmektedir.  

Muazzam bir medya bombardımanı, dini uyuşturucu, herkesin kendisini zengin sanmasına yol açan reklâmasyon marifetiyle borçlanma imkânlarının bize unutturmak istediği dünya ahvâli budur.

AKP hükûmetinin niyeti.

Kürt meselesini, barış ve ‘İmralı süreci’ni bu ahvâli unutmadan değerlendirmek gerekir. Burada, tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra  galip devletlerin Balkanlar’daki sosyalist hareketleri yok etme girişimine benzer bir emperyalist tezgâhın bütün unsurlarını görmek mümkündür. Olay, AKP’yi  aşan, çok geniş kapsamlı ve stratejik  amaçlı bir girişimdir.

Bu noktada haddimizi aşan bir laf edelim: PKK’nın önder kadrosunun bu aşamada atacağı adım Ortadoğu bölgesinin kaderini belirleyecektir. Bu adımla Kürt hareketi kendi halkını ABD’nin BOP projesinde bir piyona dönüştürebileceği gibi, bütün bölge halklarına devrimci bir örnek de oluşturabilir.

Şahsen ben Türkiye’deki Kürtlerin, uzun vadede, Amerikancı Barzani’nin diktatörlüğü, petrol şirketlerinin ve İsrail’in siyasi ve askeri himayesi altında yaşamak isteyeceklerini sanmıyorum.

Fakat, öte yanda, PKK’nın, Kuruluş Bildirgesi’ndeki şu sözlere, bunca yıl sonra ne kadar sahip çıktığını da bilmiyorum:

“PKK, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin bölgedeki düzeni devrilmeden, Ortadoğu ulusları arasında eşitlik ve özgürlük temelinde bir barış ve işbirliği ortamı geliştirilemeyeceği inancındadır. (…) Anayurtlarından kopartılan, kapitalist metropollerin en tortu işlerinde çalıştırılan, yurtlarında göçmen durumuna düşürülüp işsizliğe ve başıboşluğa itilen, eğitimden, konuttan, sağlıktan, iş güvenliği ve geleceğe güvenden yoksun Kürdistan işçileri! Sömürgeci ve feodal komprador düzenin baskısından kurtulmak, iş ve yaşam güvenliğine sahip olmak, bağımsız ve demokratik bir ülkede mutlu bir yaşama kavuşmak ve sömürüsüz bir dünya yaratabilmek için PKK önderliğinde birleşmeliyiz.”

Çok mu naif, kulağa çok mu yabancı geldi? Yoksa bu bir ‘anakronizm’ mi? Bence hiç değil. Bugünler için yazılmış gibi…

Sosyalist sol ‘İmralı süreci’ hakkında derin bir suskunluk içinde. On binlerce evladının kemiklerini dağlara bırakmış bir hareketin dünyanın en yırtıcı kurtlarıyla yaptığı bu dansı sessizce seyrediyor. “Biz karışmayalım,” diyenler bile var. Fakat hükûmetin niyeti ana hatlarıyla belirmiş durumda. Emperyalist-kapitalizmin bölgesel niyetleriyle çakışan ilk adımda, İmralı’daki ‘önderliği’ kullanarak Kürtleri AKP’nin anayasasına kazanmak, anayasa referandumunda ve belki de başkanlık seçiminde Kürt oylarını garanti altına almak; PKK’nın uluslararası siyasi, lojistik ve mali desteğini her türlü yöntemi kullanarak kesmek ve Kandil’deki ‘merkez’i tamamen pasifize ve mümkünse imha etmek istiyor. Evet, hükûmetin imkânsız gibi görünen bu tuhaf ‘bir taşla beş kuş’ stratejisini, emperyalizmin danışmanlığında uygulamaya çalıştığı anlaşılıyor.

Bağımsızlık ve sosyalizmi savunmak

Barış müzakerelerinin yöntemini eleştirmek ve muhtemel sonuçları hakkında uyarılarda bulunmak, ‘metropol’de ağır baskı altında sosyalistlik eden, şimdilik maalesef ‘müsamere’ niteliğinde gösteri yapmanın ötesine geçemeyen, mevcut koşullarla orantılı ve ülke gündemini etkileyebilecek bir güç oluşturamayan insanlara düşmez. Fakat bu konuda uyarıda bulunma hakkına sahip, bedel ödemiş insanlar da var.

İsmail Beşikçi bunlardan biridir. Bakınız ne diyor:

“Ben çok farklı bir şey söyleyeceğim. Bu görüşmelerin BDP ile hükümet arasında yürütülmesi gerekiyor. Yani istihbaratla bu görüşmelerin yürütülmesi olumlu bir tutum değil. (…) Böyle bir ortamda devlet size yol veriyorsa, Oslo sürecinde olduğu gibi mektuplarınızı bile taşıyorsa, [bunun sebebi-y.a.] devletin istediği dışında bir şey yazılmadığıdır, hatta, devletin olmasını istediği şeyler yazıldığıdır. (…) Abdullah Öcalan, tutsak olduğunun bilincinde olmalıdır. PKK’nın Avrupa kanadı, Quandil’deki yöneticiler, Demokratik toplum kongresi, Abdullah Öcalan’ın tutsak olduğunu bilmelidir. PKK kurumlarının durmadan Abdullah Öcalan’ı işaret etmeleri bir zaaftır. Abdullah Öcalan’ın da ‘ille de ben ön planda olayım’ tutumunda olması bir zaaftır.” (Birgün, 11.02.2013)

Mektupların ve önerilerin alındığı yer MİT’in denetimindeki cezaevi, mektupların iletildiği yer ise sürekli bombalanan Kandil. Amaç, barış ve halkların kardeşliği!!! Bu tuhaf durumu eleştirmek isteyenlere hükûmetin vereceği cevap hazır: “Barış istemiyorsun, o halde sen savaş lobisinden yanasın, anaların ağlamasını istiyorsun.”

Emperyalizmin etnik ve mezhebî kimliklere göre ülkeleri parçalama ve bölgesel hâkimiyet stratejisinin en tuhaf örneği Türkiye’de yaşanıyor. Başbakan’ın hem Türk hem de Kürt milliyetini ayaklar altına alması bu emperyal stratejiye kendisini nasıl da kaptırdığını gösteriyor. Ülkenin başbakanı, uyguladığı yöntem ve kullandığı söylemle tarihsel olarak zaten çok derin ve tehlikeli olan milliyetçi fay hatlarını aktif hale geçirmiş bulunuyor. Her şey, her milliyetçilik kendi karşıtını yaratır. Tek kurtuluş yolu; etnik, ulusal ve mezhebi haklar söyleminin, Yugoslavya, Irak ve Suriye’deki gibi felaketler getireceğini bilerek, sınıf temelinde ülkelerin bağımsızlığını, sosyalizmi ve sosyalist cumhuriyetler federasyonunu savunmaktır.

 RED, 26. 02. 2013