Yavuz Alogan
Üretim araçlarına el konulduğu zaman üretim ilişkileri değişir. Bu el koyma işlemini Devlet yapar. Devlet’in üretim araçlarına toplum adına el koyabilmesi, ancak toplumsal bir devrimle mümkündür. Bu devrim gerçekleştiğinde Devlet burjuvazinin baskı aracı olmaktan çıkar ve iktidarı proletarya adına ele geçiren siyasi güç Devlet aygıtını kullanarak burjuvaziyi bir sınıf olarak tasfiye eder. Devlet, yoksulların ve mülksüzlerin, önceki sistemde emeğinden başka satacak bir şeyi olmayanların baskı aracı olarak kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden canlanmasını önler; önceki iktisadi ve toplumsal sistemin ve rejimin savunucularını baskı altına alır ve bir Kültür Devrimi’yle desteklenerek ezilenlerin ve yoksulların kamu yönetiminde ve üretim sürecinde söz, yetki ve karar sahibi olmalarını sağlar. Bu oluşum sosyalizmin kendisi değil, sosyalizme geçiş sürecinin başlangıcıdır. Bu aşamada Devlet’in sadece sınıfsal niteliği değişmiştir; bunun dışında devlet olmanın bütün gereklerini yerine getirir: anayasa yapar, ekonomiyi planlar; eğitim, sağlık, güvenlik gibi işleri düzenler.
Sosyalizme geçiş sürecinde, burjuvaziden devralınan iktisadi altyapının ve el konulan kaynakların ölçeği, geçiş sürecinin hızını belirler. Başka deyişle, egemenlik alanı çok daralmış bir sosyalist devlet, geçiş sürecinde zorluklarla karşılaşır ve küresel kapitalist piyasa ilişkilerinin dışına yeterince çıkamaz. Küba ile Çarlık Rusyası’nın bu bakımdan kıyaslanması öğretici olur.
Kavramlar ve Bağlam
Sosyalist devrim boşlukta değil, dünyanın belirli bir yerinde ve belirli bir “zemin” üzerinde gerçekleşir. Buna “ulusal zemin” denir. Troçki’nin dediği gibi: “Sosyalist devrim, ulusal zeminde başlar, uluslararası arenada gelişir ve dünya arenasında tamamlanarak sona erer.” Devlet’in sönümlenmesi, bu son evreden çıkıp gelişir.
Bolşeviklerin kabul ettiği “ulus” tanımı, Lenin’in Stalin’e yazdırdığı, onayladığı ve partinin resmi görüşünü oluşturan 1913 tarihli “Marksizm ve Ulusal Sorun” adlı broşürde şu şekilde belirlenmiştir: “Ulus, tarihsel olarak ortak dil, toprak, iktisadi hayat ve ortak kültür biçiminde şekillenen psikolojik bir yapı üzerinde kurulmuş insan topluluğudur.” Gene aynı broşürde, “Ulus, bir ırk ya da aşiret topluluğu değil, tarihsel olarak oluşmuş bir insan topluluğudur,” denilmektedir.
Bolşevikler, milletler hapishanesi denilen Çarlık Rusyası’nda bir demokratik devrimin gerçekleşmesi halinde, milliyetlerin (“azınlık uluslar”) ayrılma hakkını savunmuşlardır. Ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesi (ve meselesi), demokratik devrim aşılarak 1917 Ekim’inde sosyalist devrimin gerçekleştiği Rusya’da ve daha sonra Komintern faaliyetlerinde önemli bir yer tutmuştur. Bu konuda çok geniş bir külliyat vardır. Ancak anakronizme düşmeden tartışmanın en zor olduğu alan da işte bu ulusal sorun, milliyetler meselesi ve ayrılma hakkıdır. Marksizm ve milliyetçilik, özellikle Asya’da karşı karşıya gelmiş ve Çin Devrimi’nden sonra yeni argümanlar kazanmıştır.
Burada önemli olan nokta şudur: bütün bu tartışmalarda (1917 öncesi) “ezen ulus” sosyalistleri ile “ezilen ulus” sosyalistleri; yani Gürcüler, Kırgızlar, Yahudi Bund vb. aynı örgütsel yapıların içinde yer almışlardır. Yani tartışma, Marksistler ile milliyetçiler arasında değil, Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin çeşitli kesimleri ve teşkilatları içinde sürmüştür. Devrimden sonra, 1918-19 yıllarında Bolşevikler Ukrayna halkının kendi kaderini General Vrangel’in ordusuyla tayin etmesini savaşarak önlediler. 1920’lerde Gürcistan halkının kendi kaderini Menşevik hükümetle tayin etmesine izin vermediler. Gene Ukrayna’daki Nestor Mahno hareketini şiddet kullanarak ezdiler. Sultan Galiyev ve Rıskulov gibi bölgesel planda kendi kaderini tayin hakkı isteyen “İslam sosyalistleri”ni tasfiye etmişlerdir.
Yirminci yüzyılın başında, Sovyetler Birliği’nde ve sömürgeciliğin yerini yeni-sömürgeciliğe bıraktığı dönemde bütün dünyada, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, kapitalist alemde Wilson Prensipleri ve sosyalist alemde Lenin’in UKKTH ilkesi bağlamında benimsenmiştir. Klasik sömürgeciliğin emperyalist-kapitalist sistemin önünde bir engel oluşturduğu koşullarda bu ilkeler, dünya uluslarının XIX. yüzyıl sömürgeciliğinden kurtulmalarına ve “sosyalizm”i benimseyen yeni devletlerin Sovyetler Birliği’nin yardımıyla oluşmasına katkıda bulunmuştur. Sovyetler Birliği’nde de komünistler farklı milliyetlerin dillerini, kültürlerini, dinlerini tamamen ortadan kaldırıp, onları Beyaz Ruslar’a asimile etmek gibi aptalca bir faaliyete hiçbir zaman girişmemişlerdir; çünkü ideolojik alt yapıları sağlamdı.
Size Ayrılan “Cep”ler
Bugünün dünyasında durum farklıdır. Bu türden prensipler ya da ilkeler bulunmamaktadır. Bugünün dünyasında emperyalist-kapitalist sistemin önünde engel oluşturan birim XX. yüzyılın başındaki gibi sömürge ülkeler değil, ulus-devletlerdir. Küresel kapitalizmin bugünkü gelişme düzeyi, küçük idari birimlerde (bölünmüş uluslar, federe yapılar, hatta şehir-devletleri gibi) yoğun emek sömürüsü ve yüksek teknolojiyle üretim yapılmasına imkân vermektedir. Emperyalist-kapitalizmin eskiden Üçüncü Dünya denilen geniş alanda, güçlü; güçlü derken, kendi burjuvazisi, sermayesi, teknolojisi, ordusu vs. olan ulus devletler istemediğini; bunları etnik, dini ve mezhebi temellerde parçalamaya çalıştığını anlamayan ya da görmezlikten gelen, üstelik bunu “ilerleme/demokrasi/insan hakları” gibi bir şey zanneden insan, sosyalist değil ancak bir liberal ya da mikro milliyetçi olabilir.
Bugünün tek kutuplu dünyasında ulusların, ulusallıkların, dinlerin, mezheplerin, tarikatların, aşiretlerin, soyların, boyların vb. kendi kaderlerini tayin hakkı, emperyalist-kapitalist sistem tarafından tanınmış ve “insan hakları” bağlamında, Birleşmiş Milletler nezdinde korumaya alınmıştır. Ancak bunun bir şartı vardır. O şart da şudur: bu bölüntüler, kapitalist sömürüye başkaldırmayacaklar, piyasanın işleyişine müdahale etmeyecekler ve emperyalist ülkelerin yüksek katında oluşturulan siyasetleri sorgulamayacaklardır. Geniş ve birleşik piyasa, küçük ve idari bakımdan birbirinden bağımsız bölgeler amaçlanmaktadır. Bu bir kölelik sistemidir.
Negri ve Hardt’ın “İmparatorluk” adlı kitaplarında belirttikleri gibi, size ayrılan “cepler”de; federatif, mikro-millî, mezhebî, ırkî bölgelerde, çok küçük ölçekli ekonomilerle kendinizi sömürtürken, göndere bayrağınızı çekip marşınızı ve kahramanlık türkülerinizi kendi anadilinizle söyleyebilir; yedinci yüzyıldan kalma dini ritüellerinizi uygulayabilir, birbirinizi işkence yaparak öldürebilir, kaderinizi istediğiniz gibi tayin edebilirsiniz; yeter ki kaynaklarınızı kamulaştırmaya, sermaye ve kâr akışını önlemeye kalkışmayın. Bunu yaparsanız Amerikan bombaları tepenize iner. Bombaya direnme kararlılığınız yoksa, söz gelimi Kürdistan’ı kurarken, suyu, petrolü ve bütün kaynakları ulusallaştırmaktan söz edemezsiniz (Barzani devletçiğinin durumu budur mesela); ya da İslam bayrağı altında halkların kardeşliğinden başka söyleyecek laf bulamazsınız.
Size milli bayrağınızı verirler (İslami “tevhid bayrağı”nın yanında eşantiyon olarak); siz onu yükseklerde dalgalandırırken, petrolünüzü, suyunuzu, doğal kaynaklarınızı küresel şirketler altınızdan çekiverir. Bayrağınızı verirler geleceğinizi alırlar.
“Ezen ulus sosyalisti”
İlke düzleminde, bugünün dünyası için şu söylenebilir: yeterli askerî, siyasî ve kitlesel gücü toplayan, mücadelesinin meşruiyetini emperyalist-kapitalist çıkarlarla birleştirmeyi başaran her milliyet kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olur/olmaktadır da zaten. Bu hakkı kullanırken, söz konusu milliyetin ayrılık isteyen mensuplarının sosyalist olmaları gerekmediği gibi, ayrılırken “ezen ulus” sosyalistlerinden izin almaları da gerekmez.
Kendilerine “ezen ulus sosyalisti” diyenlerin de bu iktisadi ve toplumsal bağlam içinde, ayrılık sürecini desteklemelerinin ya da ona karşı çıkmalarının hiçbir anlamı ve kıymeti harbiyesi yoktur. Yani “Biz ezen ulusun sosyalistiyiz, ezilen ulusla empati kurup onları ötekileştirmeden …” falan diye konuşan; etnisite, azınlıklar, ötekileştirme, madunluk vb gibi sorunlara fazla kafayı takıp bunları sosyalizme eklemeye çalışan “sosyalist”in, önce bir kendi örgütsüzlüğüne ve perişanlığına, sonra da ezilen ulus milliyetçisinin sağladığı uluslararası imkân ve desteğe; bir sosyalist olarak kendisinin1986’dan bu yana hayallerle nasıl avutulduğuna, kafası bomboş sosyalist partilerde milliyetçiliğe sosyalizm atfederek boşu boşuna nasıl dolanıp durduğuna bakması gerekir. PKK’yı yaklaşan Ortadoğu savaşı öncesinde Tahran-Şam-Bağdat denkleminden çıkarıp ABD-AKP-Sünni kuşağı denklemine oturtma, olmazsa da silahlı bir güç olarak tasfiye ve imha etme operasyonunu sosyalizm ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı bağlamında tartışmak neyin nesidir?
Ayrıca sosyalistler her ulusallığın kendi kaderini tayin hakkını desteklemezler. Sosyalistler işçilerin milliyetlerine, mezheplerine, ırklarına göre bölünmelerini ve kendi bireysel kaderlerini bu temelde belirlemelerini, yaşadıkları ülkenin emperyalist çıkarlar doğrultusunda farklı ölçeklerde egemenlik alanlarına bölünmesini de istemezler (yazının başına bk). Söz gelimi, Kürt işçilerin Türk işçilerden ayrı sendikalarda örgütlenmeleri gerici bir taleptir; “sosyalistim” diyen insanların bunu kınamaları beklenir. Her milli talebi “ezen ulus sosyalisti” sıfatıyla destekleyen kişi; sosyalist değil bir liberal, “sivil toplumcu” ve “akil adamlar heyeti”nin fahri üyesinden başka bir şey olamaz.
Sosyalist olan; Kürt, Türk, Laz, Çerkes, Arnavut, Abhaz, Çingene, Hanefi, Sünni, Alevi, Şafi, Süryani, Ermeni, her neyse; Ortadoğu’da sosyalist bir halklar federasyonunu kendi ulus-devletinin içinde alenen savunur. Ortadoğu’nun petrolünü, suyunu, limanlarını, doğal kaynaklarını, turizm imkânlarını, tarımını ve hayvancılığını kamulaştırmak istediğini; halklar arasında kardeşlik ve özgürlüğün ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini; bunun da önşartının Amerikan emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçilerinin bu bölgeden kovulmasından ibaret olduğunu savunur ve bunu ilan eder; halkı aptal yerine koyan gizli diplomasinin her türlüsüne karşı çıkar. “Sosyalist” sıfatı söz konusu olduğunda, bunların dışında söyleyeceği her şey teferruattır.
Tarihin hızlandığı bir dönemde, “dur bakalım ne olacak” tavrı, analiz yapma yeteneğinden yoksunluğu ya da fırsatçılığı gösterir. İlkeler ve dil çok önemlidir. Neo-liberalizmin ve “insan hakları” maskesini takan emperyalizmin dilini kullanmamak gerekir. Devrimciler etnolog, antropolog ya da filolog gibi düşünemezler. Lenin, mesela, 1914’te, “Kautsky’i şimdilik ötekileştirmeyelim, Menşeviklerle empati kuralım; Yahudiler çok ezildi, pogromlarda anaları ağladı; ‘ezen ulus’ sosyalistleri olarak Bund’un bütün taleplerini alıp programımızın baş köşesine yazalım,” deseydi Ekim Devrimi olmazdı. Sosyalizm bile olmazdı. RED, 27. 04. 2013