DÜNYA VİCDANINI KAYBETMİŞTİR

Yavuz Alogan

         Son iki dünya savaşı sırasında ve sonrasında, savaşan taraflar  kendi halklarına ve bütün insanlığa onurlu ve daha iyi bir hayat, özgürlük ve refah vaat etmişlerdir.   Pasifik adalarında Japonlarla savaşan, Normandiya kıyılarından Fransa’nın içlerine doğru ilerleyen Amerikan piyadesi; Vistül-Oder taarruzuyla Alman hatlarını yaran Sovyet  askerleri, bir ideal uğruna savaştıklarına inanıyorlardı. Amerikalı askerler Avrupa’da Nazi vahşetine son vermeyi, kendi ülkelerinin siyasi gelenek ve değerlerini yaşlı kıtaya hâkim kılmayı, doğudan gelen Asyatik-barbar komünist akının önünü kesmeyi  bir ideal olarak görüyorlardı. Sovyet askerleri ise   “Fatherland”ı, yani “Anavatan”ı  düşman istilasından kurtarmış olmanın kıvancıyla, komünist Avrupa uğruna, kendi topraklarında maruz kaldıkları Nazi zulmünün ve İspanya’nın rövanşını almak için savaşıyorlardı.

         Savaşın getirdiği aşırılıklar da vardı elbette. General Patton mesela; Avrupa’yı baştan başa katetmek, Nazi savaş makinesinin kalıntılarını   yeniden tertipleyerek  “Komünizm tehlikesi”ni  ortadan kaldırmak için Rusya’nın içlerine doğru ilerlemek istiyor; Sovyet askerleri de özellikle Alman kadınlardan hınç alarak yollarına devam ediyorlardı. Ancak bunları sınırlayan mekanizmalar  da vardı. Müttefik Kuvvetler Başkomutanı Eisenhower, General Patton’ı durdurabiliyor; Milovan Cilas’ın eşi bir Kominform toplantısında Stalin’e Sovyet askerlerinin ırza geçme vakaları  nedeniyle ağzına geleni söyleyebiliyordu.

         Bir tür centilmenlik vardı. Dikkatle bakıldığında, dönemin siyasi önderlerinin Soğuk Savaş’ı öngördüklerini anlıyoruz.  Sovyet topçusu Berlin’i vurmaya başladığında dünyanın iki kutuplu olacağı, Avrupa’nın ise bölünmüş kalacağı anlaşılmıştı. Rekabet çok şiddetliydi ve açıktı, ama bu bir tür sorumluluk duygusuna engel olmuyordu. Mesela Potsdam Konferansı’nın sona erdiği gün Truman, Stalin’in kulağına “bombayı yaptık” diye fısıldamıştı. Bu gelişme, Pasifik Savaşı’nın sona ereceği anlamına geliyordu.  Stalin,   Lavrenti Beria’yı arayarak,  atom bombası çalışmalarının hızlandırılmasını istedi. Saklamıyorlardı.

         Aslında hiç kimse saklamıyordu. Hitler bile  niyetlerini saklamamıştı. Cermen ırkının çevresinde Yahudi ırkından arındırılmış yeni bir Avrupa kuracağını, Slav ırkını köleleştireceğini, Ukrayna’nın tahılını, Bakü’nün petrolünü alacağını, “Hain Albion”u işgal edip sömürgeleştireceğini açıkça söylüyordu.  İnsanlar neden savaştıklarını, nasıl bir dünya istediklerini biliyorlardı. Arden ormanlarındaki Fransız ya da Salerno hattını  tutan İtalyan  ya da Teselya’da çarpışan Yunanlı ya da  Dubrovnik’te köprü uçuran Yugoslav partizan ne istediğini biliyordu; onlar,  kendi halklarına ve  bütün dünyaya hitap eden bildiriler (o günün teknolojisiyle!) çıkarıyor, savaş sonrası siyasal programlar üzerinde kafa yoruyorlardı.

Arap Baharı, Çapulcu Bayramı

         Dünya bugünkü gibi bir rezillik yaşamamıştır. Enformasyon teknolojisinin bundan elli sene önce hayal bile edilemeyecek boyutlara ulaşması dikkate alındığında, rezilliğin bu kadarı insana fazla geliyor. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin karargâhları dışında hiç kimse neden savaştığını ya da savaşıldığını bilmiyor. Hafif silahlarla verilen, askerlik mesleğinin hiçbir dalıyla alakası olmayan, katliam ve cinayetle süren, fikirsiz ve idealsiz bir  vahşet, Ortadoğu bölgesini kana buluyor. Libya’dan Suriye’ye kadar Arap aleminde yaşanan  ve adına “bahar” denilen  bu seri cinayetler, emperyalizmin ve bölgesel işbirlikçilerinin  örgütlediği ve silahlandırdığı çapulcuların oralarda uygarlık adına ne varsa yok etmelerinden başka bir şey değil. Bu arada, evet, batı medyasının adına “diktatör” dediği birtakım insanlar da tasfiye ediliyor, fakat bu ülkelerde yaşayan halkların bir süre sonra o “diktatörler”i mumla aradıkları ve aramaya devam edecekleri gerçeği değişmiyor. Bütün bu yaşananlar Arap Baasçılığı’nın, yani Arap  ulusalcılığının tabutuna son çiviyi çakarken, bu ülkelerin bütün tarihsel ve kültürel birikimlerinin yağmalanıp yok edilmesi, mezhebi ve ırki boğuşmalar içinde  halkın  bir ortaçağ felaketine sürüklenmesi anlamına geliyor. Emperyalizm toplumların teressübatını (tortusunu) silahlandırarak ulusal devletleri parçalıyor.

         Libya ve Suriye’de yağma ve katliam yapan çapulcular bana  İspanyol İç Savaşı’nın ilk başlarında Franco kuvvetlerinin  Mellila’dan Badajoz’a sevk ettikleri Faslı askerleri hatırlatıyor. Alman savaş uçaklarının bombardımanı sayesinde önlerindeki engelleri aşan bu katiller, Cumhuriyetçiler’e karşı sadece el bombası ve kasaturayla savaşıyorlardı. Fakat onlar bile askerdi. İşgal ettikleri yerlerde komünistleri ve anarşistleri kurşuna diziyorlardı elbette, ama postacıları postanenin damında kurşunladıktan sonra “Allahu Ekber” nidalarıyla damdan aşağıya atmıyor, demir çubukla tecavüz ettikleri liderleri kameralar önünde ağız burun darmadağın ettikten sonra kafalarından kurşunlamıyorlardı.

         Bunca alçaklıktan sonra oralarda insan hakları ve demokrasi olacak, öyle mi? Göklerdeki babamız birbirini boğazlayan kabile ve mezhebî güçlere demokrasi ve insan hakları, hatta sosyalizm “nüzûl” edecek. Onlar birbirini yerken petrol ve doğalgaz şirketleri, petrokimya tröstleri bu ülkelerin bütün doğal kaynaklarını yağmalayacak ve  bütün bunların toplamından “Demokrasi” çıkacak. Öyle mi?

İbiş’in Rüyası

         Belki sosyalizm çıkar? Yani kabileler  ve mezhepler birbiriyle boğuşup  petrol şirketleriyle  pazarlık yaparken  sosyalizmin iyi bir şey olduğunu keşfediverirler; sınıfsal olarak ayrışırlar…. Bir de bakmışsın proletaryanın devrimci demokratik  diktatörlüğünü kurup kızıl bayrağı  dikivermişler.  Bu işler başladığında “Arap devrimleri” diyenler vardı.  Durum biraz netlik kazanınca,  bu devrim sözcüğünden vazgeçip emperyalizmin verdiği, “Arap baharı” ya da “özgürlük savaşçısı” gibi  isimlerde karar kıldılar.

         İnsan bazen hayretler içinde kalıyor. Sosyalizm çıksa çıksa Baas’ın içinden çıkabilirdi. Dinden, imandan, kabileden, aşiretten ve mezhepten çıkmayacak tek bir şey varsa,  o da sosyalizmdir. Sosyalizm, modern ulus devlet dışında hiçbir şeyden ve hiçbir şekilde çıkmaz.  Lev Troçki’nin   1930’ların dünyası için geliştirdiği taktik/teorik  formülasyonları “Arap baharı” denilen içeriksiz emperyalist vahşete uygulamaya kalkacak kadar “ibiş” olanlar, çapulcuya “çapulcu” denmesine bozulanlar var. Troçki’ye ayıptır!  Bir keresinde, Troçki’nin “Katalan Sorunu” hakkında yazdıklarından hareketle  Kürt Sorunu’na çözüm bulan bir Troçkist’le karşılaşmıştım. Troçki’nin formülasyonu aklına yatmıştı. “Kürt ulusal sorunu hakkındaki görüşlerimiz,” diye anlatıp duruyordu. Aslında zararsız vakalar bunlar. Ne var ki böyle  şeylere tanık oldukça, “siyasal şizofreni” diye ayrı bir psikiyatri branşına ihtiyaç olduğunu hissediyorum.  

          AKP’nin  gerçekleştirdiği “Turuncu Devrim”den ne kadar sosyalizm çıkarsa, Libya’dan Suriye’ye kadar yaşanan “Arap baharı”ndan da o kadar sosyalizm, insan hakları, demokrasi vb. çıkar. Emperyalizmin silahıyla ve emperyalizm adına kendi ülkesini işgal edip yağmalayana “çapulcu” denir. Hiç mi anlamlı ve çapulcu olmayan birileri  yok? Var tabiî… İhvan-ı Müslümin var mesela; bütün dünya Müslümanlarını   “Tevhid Bayrağı” altında toplayarak Hilafet ilan etmeyi  amaçlayan enternasyonalist bir hareket. Aralarına karışıp “entrism” yapabilirsiniz. Hatta çeşitli turizm şirketleriyle anlaşıp bölgeye “entrism turları” düzenleyebilirsiniz.

XXI. Asrın Conquistador’u

         Dünya vicdanını kaybetmiştir. Bölgenin tamamında yaşanan insanlık dramını görmeyen manipülatif medya  bu vahim vicdan kaybının baş sorumlusudur. Her gün bölgenin her yerinde  bir May-Lay katliamı (Güney Vietnam, 19 Mart 1968) yaşanırken, dünya halklarının buna sessiz kalmasının sorumlusu emperyalizmin ve gericiliğin hizmetindeki medya, vicdanları parayla satın alınmış yazılı ve görsel medya mensuplarıdır.

         Askeri ve siyasi doktrinler Soğuk Savaş sonrası dönemde çok hızlı bir değişim geçirdi.  Her türlü muhalefeti peşinen uyutmak için “tarihin sonu” tezleriyle, ebedi demokrasi ve insan hakları söylemleriyle kamufle edilen bu değişikliğin ilk yakıcı sonuçlarını kendi bölgemizde görüyoruz; bir süre sonra bizzat tecrübe edeceğiz. Askeri teknoloji,  hükmettiği ülkelerde emperyalizmin alan hâkimiyeti kurmasını ve kamu hayatını yönetmesini gerektirmeyecek bir düzeye yükseldi. Emperyalist ülkelerin orduları, onaltıncı yüzyılda Peru ve Meksika’yı fetheden conquistador gibi maceraperestlerden, serserilerden, burs kazanmak isteyen latino öğrenci adaylarından oluşuyor. Bunların  Irak’ta neler yaptıklarını, nasıl savaştıklarını, nerelere işediklerini herkes gördü. Başlarındaki lumpen generaller de ne Mc Arthur’a, hatta ne de Patton’a benziyorlar. Bu haydut sürüsü   hedef aldıkları orduların ana gövdesini yok ettikten sonra, havadan ve  denizden kendi kara üslerini güvenlik altına alıyorlar ve bölgede  büyük kapitalist şirketlerin yağması başlıyor.  Yerel halkların birbirini öldürmesi, kanlı iç savaşlar ve katliamlar onları zerre kadar ilgilendirmediği gibi, kendi emperyalist-kapitalist çıkarlarına  zarar da vermiyor. Medya olup bitenleri görmediği sürece, insan hakları, demokrasi, azınlık bilmem nesi söylemleriyle zaferlerini kutluyorlar. Dünya kör olmuş gibi. Hiç kimseye hiçbir gerçeği göstermiyorlar. Tarihsel derinlik kayboldu;  savaşlar, işgaller ve katliamlar bir bilgisayar oyunu mantığıyla sürdürülüyor. Her şey gizli kapaklı ve saklı. Emperyalist devletleri yöneten çapsızların söylemleriyle yaptıkları arasındaki makas tarihin belki de hiçbir döneminde bu kadar açılmamıştı.

         Bu yeni  doktrinin sağladığı imkânları en iyi ifade eden kişi Zbigniev Brzezinski’dir. 16 Aralık 2008 tarihli New York Times’ta yayımlanan “Küresel Siyasal Uyanış” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Açık söylemek gerekirse, daha önceleri bir milyon kişiyi denetlemek, bir milyon kişiyi öldürmekten daha kolaydı. Bugün bir milyon kişiyi öldürmek, bir milyon kişiyi denetlemekten son derece daha kolaydır.” İkinci Dünya Savaşı sonrasının aksine, bugünün emperyalistleri refah, insan hakları (yaşama hakkı mesela), kadın erkek eşitliği, eğitim vb. şöyle dursun, az gelişmiş ülke halklarına ölümden başka  bir şey vaat etmiyorlar.  Söylenen şudur: Sizi yönetmek için uğraşmaya değmez,  dediğimizi yapmazsanız topunuzu milyon milyon öldürmek bizim için çocuk oyuncağı.

         Türkiye’nin NATO içinde ve AKP yönetiminde kalarak bu anafordan çıkması, mezhebi çatışmalardan ve iç savaştan kurtulması imkânsızdır. Türkiye’nin 1920’lerden beri  kendisini Ortadoğu aleminden uzak tutmasının temel mantığı bugün daha iyi anlaşılıyor.  2002’den sonra terk edilen konseptin değeri ilerde daha da iyi anlaşılacaktır.  Hangi siyasi akıma mensup, hangi dini inanca bağlı olursa olsun kendini anti-emperyalist hisseden ve savaş felaketini yaşamak istemeyen herkes birleşmenin bir yolunu bulmalıdır. Türkiye NATO’dan derhal çıkmalıdır.    RED, 17.08.2012

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *