ILIMLI İSLAMIN DİZEL MOTORU!

Yavuz Alogan

Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün  yaptığı son anket halkımızın % 42’sinin, izlenmekte olan  dış siyaseti olumlu bulduğunu ve bugün seçim olsa AKP’nin  oylarını artıracağını  (% 54,7)  ortaya koydu.  Bu arada Standart & Poors Türkiye’nin kredi notunu  yükseltti;  dolar düştü   borsa  şahlandı. Plaza ekonomistleri bu büyük tarihi olayı “işte budur!” diyerek selamladılarsa da, hemen ardından  “Euro bölgesinde iflas” başlıklı haberler çıktı; bu kez dolar şahlandı  borsa düştü. Finans kesiminde morallerin aniden yükselip ansızın düşmesini çok eğlenceli bulduğumu söylemeden edemeyeceğim. İnsan bazen tuhaf düşüncelere kapılıyor. Geçen gün Eskişehir yolunda gösterişli bir AVM’de dolaşırken, “On yıl sonra bütün bu cafcaflı dekorları Ankara keçileri kemirecek, sokak köpekleri marka mağazaların içinde birbiriyle dalaşacak” gibi korkunç bir imgeye takılıp kaldım.

Bu arada her üç yurttaşımızdan ikisini arkasına alan AKP de şahlanıyor. Kuzey, Güney ve Batı  Deniz Saha  komutanı oramiraller  Hastal ve Metris cezaevlerinin avlusunda volta atarken, şanlı donanmamızın  Akdeniz’de seyr-ü sefer serbestisi ilan edilerek, petrole bulanan ve yakında kana bulanması  muhtemel  o güzelim denizin bir İsrail-Yunan gölü olmayacağı ilân ediliyor.

İşaret Parmağı

Bütün bunlarda şaşılacak bir şey yok. Dünyanın bütün askeri akademilerinde “Amfibik Taarruz  Nasıl Yapılmaz?” başlığı altında  ders olarak okutulan Kıbrıs çıkarmasını bir yana bırakırsak,  Birinci Dünya Savaşı ve onun bir uzantısı olan  İstiklal Harbi’nden bu yana savaş görmemiş,  linç kültürünün ve kadın cinayetlerinin eşlik ettiği hızlı bir muhafazakârlaşma yaşayan, otantik olanı da dahil bilinen her türlü kültürel değerden  hızla arınarak kredi kartıyla alışveriş yaptıkça kendini zengin sanan  halkımızın görüp öğreneceği daha çok şey var. Halklar da tıpkı insanlar gibi tecrübe ettikçe öğrenirler, ergenlikten yetişkinliğe geçerler.  Ayrıca, AKP’ye bir kez daha oy vermeye hazır % 54,7’nin,  HES’lere karşı savaşan köylülerin ve emperyalizmin radarına karşı örgütlenen Malatya halkının mücadelesinden de  öğreneceği çok şey olacak. Kürecik’te kurulan radar, orayı basmaya giderken öldürülen Sinan Cemgil ve arkadaşlarının bir kez daha saygıyla anılmasına yol açtı. Öğrenilecek ve hatırlanacak daha çok şey var.

 Geniş halk kitleleri dış siyasetten anlamazlar. Çok profesyonel bir alandır ve hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir. Gene de halkın büyükçe bir bölümünün  AKP’nin  efelenmesini  olumlu bulmasını  hegemonyanın bir tezahürü sayabiliriz.  Hegemonyanın en önemli özelliği   çoğunluk tarafından garipsenmemesidir.  Hegemonya dikkati çekmez, tartışmasız kabul edilir ve doğal görünür.  Gene de böyle düşünen insanların hakkını yemeyelim. Müthiş bir propaganda bombardımanı var. Ekranlarda dış siyaset tartışan badem bıyıklı ya da ruhani ifadeli genç  doçent ve profesörlere bakınız. Bu tuhaf tiplerin, daha önceki yorumcuların yerini tam olarak ne zaman aldıklarını bilemezsiniz. İşte hegemonya budur; her şey ve her yer, sessizce, fark ettirmeden el değiştirir.

Başbakan’ın “Arap Baharı” turu, büyük bir zafer turu gibi gösterilmesine rağmen, tam bir fiyaskodur.  ABD izin vermediği ve Mısırlı yetkililer  İsrail’le arayı   daha fazla bozmak istemedikleri için Gazze’ye geçmesini önlediler. Tunus’ta çok cılız kalabalıklara hitap etti ve  Mustafa Kemal’in takipçisi, yurttaşlarına Fransız tarzı sekülariteyi kabul ettiren Habip Burgiba’nın ülkesinde, “Devlet laiktir, ben Müslüman’ım elhamdülillah” gibi sözlerle,  ortaokul yurttaşlık kitabı seviyesinde laiklik anlattı.   Libya’da ise, yağma ve sömürü için ön almaya çalışan Sarkozy ve Cameron’un hayatta yapamayacakları tek şeyi yaparak  emperyalizmin paralı askerleriyle saf tutup cumayı edâ etti ve basın, namaz sırasında sağ elinin işaret parmağının neden havalandığını merak edince (ana-akım medyanın merakına bakınız!),  imam hatip mezunu bir köşe yazarı  “ettehiyyatü”yü zikrederken Allah birdir manasına işaret  parmağının havalandığını söyleyerek merakları giderdi. Cezayirli yöneticiler ise uyanık davranarak  ülkenin kurtuluş yıldönümü münasebetiyle,  İtalyan faşizminin zırhlı birliklerine karşı  deve üzerinde piyade tüfeğiyle bağımsızlık savaşı veren Ömer Muhtar’ın anıtı için toplanan kalabalığın bizim başbakanı karşılıyormuş gibi rol  yapmasını sağladı. Başbakan belirlenen saatte BM kürsüsüne çıktığında Filistin Devlet Başkanı Abbas ve belli başlı Arap liderleri salonda yoktu. Önemsemediklerini böylece belli etmiş oldular. Diplomasi aynı zamanda bir jestler ve simgesel davranışlar alanıdır.   

Müslüman Kardeşler’in laiklik tepkisi bu fiyaskolar zincirinin üzerine tüy dikti. İhvan-ı Müslümin sözcüsü Mahmud Gozlan, Başbakan için “Bizimle İsrail konusunda aynı pozisyonu paylaşan, ülkesinin itibarını koruyan saygın  lider,”  diyerek düşük profilli bir nezaket gösterisinin ardından, sadede geldi: “Eğer Türkiye’de bir erkek bir kadını bir başka erkekle yakalarsa, onu yasalara göre cezalandıramaz, çünkü orada buna izin vardır. Türkiye bu açıdan İslam  şeriatını ihlal etmektedir.” Bak sen şu işe! İnsanlık ne mevzulara geldi dayandı. “Demokratik” seçim yapılırsa, Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidara gelecek.

Çok Yönlü Siyaset

 AKP, Türkiye’de esas olarak Silahlı Kuvvetler’in temsil ettiği ideolojik  Devlet’le nasıl siyaset yaptı ve onu dize getirdiyse, aynısını ABD’yle yapmaya çalışıyor.  ABD’yi dize getiremeyeceğini elbette biliyor, fakat onun “ılımlı İslam” projesine  tırmanarak kendi şartlarını  ona kabul ettirmeyi umuyor.  Bu aşamada ABD ile Türkiye arasında kararlaştırılmış bir bölgesel planın varlığı görülmüyor. Ya da ABD’nin dayattığı  böyle bir  plan varsa, AKP onu çeşitli noktalardan delip değiştirmeye ve  bölgesel çıkarlarına uyarlamaya çalışıyor.

Buraya kadar her şey normal. Fakat  İsrail’le ilişkilerin aşırı derede gerilmesi normal değil. Burada iki  ihtimal var:   ya AKP Suriye ve İran’ın karşısına geçmeden önce İsrail’le  çatışma görüntüsü altında Arap/Sünni halkların gözüne girmeye çalışıyor ya da ABD’nin Türkiye’yi İran ve Suriye’nin karşısına geçirme çabalarına karşı  koymak amacıyla potansiyel bir askeri ittifakı dinamitlemek için İsrail’le arayı geri dönüşü olmayacak şekilde bozmaya çalışıyor. ABD’nin her iki durumdan da hoşlanmadığını anlamak için fazla zeki olmaya gerek yok. İsrail Amerika demektir.  Bu arada hem İran’ı gözetleyecek radar sistemini Malatya’ya yerleştiriyor, hem de PKK’ya karşı İran’la işbirliği yapacağını açıklıyor.  İsrail’in Gazze ablukasını donanma desteğinde kırmaya, Kıbrıs Rum kesiminin dört yıl önce kararlaştırıp ilân ettiği sondaj çalışmalarını  yeni bir olaymış gibi askeri baskıyla  önlemeye çalışıyor. Bu arada Çin Halk Cumhuriyeti’yle ABD’nin “bilgi istemesi”ne yol açacak ölçüde askeri ilişkiler geliştiriyor (geçen yıl Isparta’daki komando okulunda ortak askeri tatbikat ve  Türk Hava Kuvvetleri’yle Konya’da ortak hava tatbikatı; ve şu sıralarda Çinli subayların Barış İçin Ortaklık Merkezi’ni ziyaret etmesi). Amerikalılar kaygılanıyorlar: ya Çinliler F-16 uçaklarının inceliklerini ve Amerikan hava muharebesi taktiklerini öğrenirlerse!

Aşırı derecede çok yönlü bir siyaset söz konusu ve bütün yönler birbiriyle çelişiyor.  Dışişleri Bakanı’nın 18 Eylül günü CNN’de söylediği gibi,  Türkiye Hint Okyanus’undan Süveyş Kanalı’na ve Akdeniz’e kadar geniş bir bölgede  varlığını hissettirebilecek bir dünya gücü müdür? Acaba bir yerlere sakladıkları uçak gemileri mi var? Tutuklu  25 amiralin yerine, yüzme bilen imamları mı geçirecekler? Neye güveniyorlar?

Neye güvendiklerini bilmiyoruz. Fakat İsrail’in bu durumu ciddiye aldığı görülüyor.  Mossad’ın yönlendirdiği DebkaFile sitesinde yer alan bir “özel haber”de, Erdoğan’ın soğukkanlı bir tavırla (coolly)  ülkesini İsrail’le silahlı bir çatışmaya sokacak provokatif adımlar attığı, İran’ın bile İsrail’i bu şekilde kışkırtmaya cesaret edemediği  söyleniyor.  Şöyle deniyor: “Türk Başbakanı, yaptığı manevraları derin bir kuşkuyla izlemekte olan Mısır ve Suudi Arabistan gibi belli başlı Arap güçlerinin, Türkiye İsrail’le çatıştığında  oyuna katılmaktan başka seçeneklerinin olmayacağına  inanıyor.” Türk donanmasının Doğu Akdeniz’e açılmasının iki nedeni  olduğu yazılıyor: Birincisi, İsrail’in “küçük donanması”nı,  “biri Gazze ablukasını sürdürürken”  diğeri  İsrail kıyılarının karşısındaki gaz ve petrol alanlarını  savunacak şekilde ikiye bölmek. İkincisi, İsrail’in kendi kıyılarındaki petrol ve gaz imkânlarından yararlanmasını kısmen ya da tamamen önleyerek “Yahudi devletinin ilerlemesi”ni kesintiye uğratmak.

Siyonist ve katliamcı da olsa  İsrail ciddi bir devlettir; bizim blöf  olarak gördüğümüz şeye farklı bakıyor ve Türkiye’nin çıkışını kendisi için bir “varoluş sorunu” olarak görüyor. Aynı sitede yer alan bir başka yazıda, Yunanistan ile İsrail’in 4 Eylül 2011 günü bir karşılıklı savunma paktı oluşturdukları; Papandreou ve Netanyahu’nun, “İsrail’e ve Akdeniz havzasında sondaj faaliyetine karşı Türk tehditlerinin ışığında  paktı aktive etmeyi kararlaştırdıkları; İsrail ve Yunanistan’ın bundan sonra  doğu Akdeniz ve Kıbrıs çevresinde  donanma faaliyetlerini eşgüdümlü hale getirecekleri” ve Türkiye’nin bölgede sondaj faaliyetlerini engellemesi halinde,  Akdeniz’de ve Kıbrıs kıyılarında Türkiye ile Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail arasında büyük ihtimalle (most likely)  bir deniz ve hava savaşının çıkacağı  belirtiliyor.

Aynı yazıda,   ABD ile İsrail’in arasını yanlış yönlendirmeyle bozma çabalarının hiçbir sonuç vermeyeceği ifade edildikten sonra, şu kritik cümleye yer veriliyor: “Uluslararası krizi yanlış yönlendirmek için Amerikan iç siyasetine karışmak tehlikeli bir oyundur … ABD ve Avrupa  istihbarat servisleri Erdoğan’ın daha ne kadar hükümette kalacağını merak ediyorlar.” Bu arada site, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’ın Türkiye’yi üç konuda uyarmak için geldiğini söylüyor. Birincisi, Kürecik radarının İsrail’le paylaşılmayacağını söyleyen Davutoğlu’nu uyarmak; ikincisi, Türkiye, İsrail ve  Yunanistan arasında “patlak veren hava ve deniz düşmanlıkları”ndan kaçınılması; ve üçüncüsü, AKP’nin Akdeniz’deki “brinkmanship” (amacı uğruna tehlikeyi göze almak, umursamadan korku ve gerilim siyaseti izlemek) tutumundan vazgeçmesi. NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Stavridis’in Türkiye’yi ziyareti de muhtemelen Doğu Akdeniz kriziyle ilgili. Ciddiye alıyorlar!

Neyin planlandığını ya da bir planın olup olmadığını elbette bilemeyiz. Başbakan, M. A. Birand’a, “Biz dizel motoru gibiyiz,” demiş. Hakikaten dizel motoru gibiler, lakin pervaneleri boşa dönüyor ve aşırı gürültü çıkarıyor gibi.  Emperyalizmi kandırarak Selahaddin Eyyubi’nin postuna oturmak için halk kitlelerini ideolojik bir seferberliğe yöneltmek ve sağlam bir  iktisadi altyapıya sahip olmak gerekir. Birincisi şimdilik pek mümkün görünmüyor; ikincisi ise yok. Bu durumda ve başka dış ve iç etkenler de dikkate alındığında AKP’nin orta vadede çok ağır sonuçlarla karşılaşabileceğini söylemek mümkün.

Bu yazı boyunca “hükümet” yerine “AKP” deyişimiz dikkati çekmiş olmalı.  Bunun sebebi, Türkiye’nin çok dar bir parti kadrosu tarafından her türlü iç ve dış imkân ve kabiliyet kullanılarak yönetiliyor olmasıdır. Burada, siyaset bilimindeki geleneksel  anlamıyla  organik bir devlet yapısı değil, kendisi devlet haline gelen ideolojik ve hegemonik bir parti yapısı görüyoruz.  Çok ağır baskı koşulları olmadıkça, böyle bir yapının orta vadede geniş bir muhalefet cephesi üretmemesi mümkün görünmüyor. Önemli olan bu cephenin hangi rengi taşıyacağıdır: hâki mi, yeşil mi, mavi mi, yoksa alacalı bulacalı mı? Hiç mi kızılı olmayacak? RED, 26.09.2011

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *