NE TAM KONGRE NE DE TAM PARTİ: KONGRE GİRİŞİMİ PARTİSİ YA DA MECLİSİ

Yavuz Alogan

Kürt “Ulusal Hareketi”nin vesayeti altında, sosyalistlerin de dahil olacağı bir  Çatı Partisi (Kongre Girişimi) kurma çalışmaları, beni ÖDP’nin kuruluş günlerine götürdü. Çok büyük bir coşku ve sevinç vardı. Farklı geleneklerden çeşitli “hassasiyetler”le gelen muhtelif gruplar, bir çatı ya da şemsiye altında birleşiyor ve zamanla  aralarındaki programatik farklıkları gidererek, “parti gibi olmayan bir parti” oluşturmayı ve “şenlik havası” içinde  seçimlerde “başarıyı yakalamayı” umuyorlardı. 

O, “aşkın ve devrimin partisi” idi ve “özgürlük” sözcüğü her yere dans eden harflerle yazılıyordu. Herkesin sevinç içinde olduğu o günlerde, “Titanik” iması içeren bir yazıyla  okurlarımın asabını bozmuş ve yakın çevremde öfke uyandırmıştım.  10 Şubat 1996 günü SÖZ gazetesinde çıkan yazımdan uzunca bir alıntı  yapacağım:

“ÖDEP’in Kuruluş Şenliği  (parti o kadar yeniydi ki  ÖDP kısaltması henüz kullanılmıyordu –Y.A.) sırasında, daha sonraki toplantılarda ve görüşmelerde, kafamın içinde,  daha önce asla kullanmadığım Arapça kökenli bir sözcüğü taşıdım: ‘tahaccüm’ ya da benzer seslerle söylenen ‘tehâcüm’. Birincisi,  nitelik değiştirmeksizin hacimlenme,  büyüme, irileşme anlamına geliyor. İkincisi ise, hep birlikte, topluca hücum etme, saldırma anlamına geldiği gibi, belirli bir yere üşüşme, bir yerde toplaşma anlamını da içeriyor. … Öte yandan, bütün bu yaşananlar bende bir tür ‘gemi kalkıyor’ çağrışımı uyandırdı. Tarihe geçmiş ünlü gemileri hatırlamaya çalıştım: büyük tufandan kurtulmak için her canlıdan bir çift taşıyan Nuh’un Gemisi, güvertesindeki orkestranın son ana kadar aşk parçaları çaldığı Titanic, …  Bakunin’in örgütlediği Polonya Lejyonu’nu taşıyan Ward Jackson … Şimdilik sadece silueti görülen geminin  rotası  ya da tahaccümün ve tehâcümün niteliği ve muhtemel gidişatı henüz belli olmasa da, özellikle şu başlangıç aşamasının son derece kritik olduğu açıktır. Bilindiği gibi, General Clausewitz, tahkimatta yapılan hatanın muharebenin kaderini tayin ettiğini belirtmiştir.

… Medyanın ilgisini doğru değerlendirmek çok önemlidir.  Medyanın şu ana kadar gösterdiği ilgi, artık akıllandığımız ve düzenle bütünleşmek istediğimiz ve hiçbir ilkeye sahip olmadığımız izlenimini uyandırmıştır.  Saçlarına ak düşmüş, aşkı tatmamış eski solcuların artık zararsız muhalifler haline geldikleri, hep birlikte şenlik yapmakta oldukları  şeklindeki izlenimi,  küçük şok dalgaları yaratarak kırmak gerekir…  Medyanın bu düzeydeki ilgisi, eğer bir alışkanlık haline gelirse, medya sizin içinizi boşaltır ve sizi ‘seyirlik’ bir parti, bu sahtekârlar demokrasisinin bir süsü haline getirir ve sizinle oynar.  Parti alternatif medyasını yaratmak zorundadır.”

         On beş yıl önceki yazı bu şekilde devam ediyor, “üye kaydederken asgari kriterler”in uygulanmasını istiyor;  düzenle bütünleşmiş eski solcuların partiye yığılma tehlikesine ilişkin uyarılarda bulunuyor (çok isabetli bir uyarıydı!)  ve  şu paragrafla sona eriyordu: “Bisiklet ancak pedalları çevrildiği sürece devrilmeden ilerler.  ÖDEP, sahip olduğu büyük potansiyeli, ancak sürekli  hareket halinde olabilirse değerlendirebilir.  Durgunluk ve içe kapanma, iç taktikler ve siyasetler üzerinde büyük bir enerji yoğunlaşmasına yol açar. Hedef ne kadar yakındaysa perspektif kaybı o kadar büyük olur.  Eğer hedef kendi içinizdeyse, o zaman parti siyasal tarihin değil, sosyal psikolojinin bir vakası, bir tür sosyal şizofreni örneği haline gelir.”

         Bu uyarı hariçten gazel okumak değildi, çünkü ÖDP’nin kurucu üyesiydim.  2003 yılına kadar Ankara il yönetiminde yer aldım. 

Daha işin başında bir gariplik vardı. İstanbullu reklâmcılar (onlar da sosyalist!)  tarafından çizilen Parti amblemi bir turizm firmasının logosundan alınmış gibiydi; program Finlandiya ya da Alman Yeşiller Partisi’ni andırıyor; çevreci, feminist, ekolojist, insan ve hayvan haklarına saygılı, enternasyonalist, emekten yana vs. diye devam eden dizge her fırsatta kullanılıyor; mitingden sonra sokaklar süpürülüyor (“süpürge eylemleri”!); bizim mahallenin çocuğu olmayan genel başkan,  büyük bir incelik ve hassasiyetle “ne şu ne bu” diyerek liberal tınılı  bir söylem tutturmuş kendi başına gidiyordu. Sanki demokrasi sorununu çözmüş istikrarlı bir toplumun siyasal statükosunda bir yer edinme çabası vardı. Parti, alternatif medyasını da oluşturamadı. SÖZ kapandı, iki sayı kadar V-Özgürlük adında tuhaf bir dergi çıktı (onun da amblemi Volkswagen armasını andırıyordu). 

Elbette, olmadı. Neden olmadığını uzun uzadıya tartışmanın yeri burası değil.  Aşkın ve şaşkın partisi topluca oturdu, bol sohbet eşliğinde  devrimci mirası  yedi içti ve herkes öfkeyle masadan kalkıp kendi yoluna gitti. Bu başlangıç evresinden geriye bir şey kalmadı.

Bu kez, on beş sene sonra,  herkesi ve her şeyi kapsayıcı kucaklayıcı söylemin  daha da abartılı biçimde Çatı Partisi’ne aktarıldığı görülüyor.

 Şunu belirtmek bir borçtur: bugünkü ÖDP’nin, genel başkanından ilçe yöneticilerine kadar başlangıçtaki yapıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur; parti anti-emperyalist ve anti-kapitalist çizgide “devrimci bir merkez” inşa etme çabası içinde kadrolarını yenilemekte ve devrimci bir çizgi izlemektedir.

Şemsiye Altına Girmenin Bedeli

         Oluşum halindeki Kongre Girişimi’ni, BDP’nin imkânlarıyla kurulan yeni bir ÖDP, daha doğrusu ÖDP’nin ilk evresi gibi görmek  mümkündür.  Girişim de tıpkı kuruluş evresindeki ÖDP  gibi, “her şey” olmak istiyor. Siyasi parti ve grupları, sendika, emek ve meslek odası temsilcilerini,  partileri ve dergileriyle birlikte sosyalistleri, demokratları, devrimcileri, yeşilleri, anarşistleri, feministleri, savaş karşıtlarını, kadın hareketlerini, lezbiyenleri ve gay’leri, çevrecileri ve ekolojistleri, engellileri,  Alevi derneklerini, Ermeni, Süryani, Çerkes, Gürcü, Laz ve Arap temsilci ve kanaat önderlerini, aydınları ve akademisyenleri, yerellerden başlayarak kapsayıp kucaklıyor, örgütlüyor ve  sonunda muhalefet meclisi gibi bir şeye ulaşıyor.

Hemen belirtelim, bu kadar çok şeyi kapsayan bir şey hiçbir şey olur.  Bu kadar çok etnik, dinsel ve mesleki unsuru, sınıfsal ayırım yapmaksızın birleştirmeye çalışan bir örgüt kendisini tanımlamayı bile başaramaz.  Kırka yakın parti ve  grubun katılımıyla varılacak herhangi bir kolektif akıl olmadığı gibi, bunların ortalaması   ÖDP’nin kuruluş evresindeki kadar bile anlamlı olamaz. 

En genelde bu Kongre Girişimi’ni, “Kürt  Ulusal Hareketi”nin  ülkenin batısında ve metropolitan bölgelerinde  dayanak arama, insan cephesine stratejik bir derinlik kazandırma çabası olarak nitelendirmek gerekir. Bu elbette Kürt Ulusal Hareketi için büyük bir imkândır. Fakat bu imkân, çeşitli sosyalistlerin  “tahaccüm” ya da “tehâcüm”ünü açıklamıyor.  “Kürt Ulusalcılığı”nın şemsiyesi altında  sosyalizm propagandası yapabileceklerini, çeşitli örneklerin gösterdiği gibi milletvekili çıkarabileceklerini düşünüyor olabilirler mi?  Düşünüyorlarsa, “Kürt Ulusal Hareketi”nin imkânlarıyla milletvekili olmanın sosyaliste ödettireceği bedeli de  düşünmüş olmaları gerekir.

Tuhaf Olan

Genelde ezen ulus sosyalistlerinin  daha güçlü oldukları ve ezilen  ulusun taleplerine sahip çıktıkları bilinir. Dağda gerillası, kentte milisi, parlamentoda vekili, dünyanın her yerinde temsilcilikleri, televizyonları, yayın organları, uluslararası desteği olan bir ulusal hareketin, hiçbir şeyi olmayan  sosyalistlere, üstelik onların talep ve programlarını da fazla öne çıkarmadan kol kanat gerdikleri bir duruma belki de ilk kez rastlanıyor.

Önderlik [Abdullah Öcalan],  Temmuz 2011’de Çatı  Partisi fikrini ortaya attığında, bu kadar kısa süre içinde bunun gerçekleşebileceğine pek inanmamıştık. Yanıldığımız anlaşılıyor. O zaman Önderlik, avukatları aracılığıyla, Türkiye’nin 25 bölgesinden gelen delegelerle  500 kişilik bir kongre toplanmasını istemiş ve   şöyle demişti: “Daha önce bu Çatı Partisi için Demokratik Topluluklar Partisi ismini önermiştim. Ancak bugün ilk defa daha uygun bulduğum bir ismi öneriyorum: Demokratik Ulus-Kongre Partisi. Araya tire koymamın sebebi, ne tam Kongre ne de tam parti olmasındandır.”  Belirsiz ve köşesiz olunca hem herkesi bir arada tutmak hem de bir bütün olarak topluluğu yönlendirmek daha kolay oluyor herhalde.

Yanlış anlaşılmasın, bu girişimi kuruluş evresindeki ÖDP gibi “Titanik” ya da “Nuh’un Gemisi” olarak görmüyoruz.  İstikbali olabilir böyle bir yapının. Nitekim, “derinleşen” ve geleceği önceden gören Önderlik de, bu yapı inşa edilirse “Sol,  müthiş bir başarı sağlar; bir sonraki seçimlerde en az yüzde yirmi oy alabilir,” demişti.  Bizim derdimiz, buradaki “sol/ sosyalist”  kavramıyla ilgili; yoksa Kürt Ulusal Hareketi’nin Türkiye’deki bütün etnik ve dini kimlikleri,  Önderlik’in deyimiyle “liberal özgürlükçüler”i  ve her türlü muhalifi  bir araya getirerek, kendi mücadelesine bir destek kıtası oluşturmak istemesi gayet doğal. Sosyalistin, kendi programını bunca etnik, dini ve liberal renkli bir ortamda muhafaza edebilmesi ve   olanca varlığıyla  bu yapının bileşenlerinden biri, küçük bir müfrezesi haline gelmesi, bunu istemesi ve böyle bir şey oluyor diye sevinmesi,   bize biraz tuhaf geliyor sadece.

Üsküdar-Kabataş Vapuru

Nuh’un Gemisi ya da Titanik olamayacağını söyledik. Peki, hangi gemi?  Şu aşamada bilemiyoruz. Belki Üsküdar-Kabataş vapuru; doğudan batıya gidiyor ve   etnik, dinsel, cinsel ve kültürel bütün muhalif  kimlikleri “Kürt Ulusal Hareketi”nin çatısı altında toplayarak  legal siyasetin kapılarını zorluyor. Elbette, “emekten ve ezilenler”den yana… Bir çatı kuruyor; tabanı Kürt seçmenlerden, tavanı BDP’den, temeli Kürt ulusalcılığından, sosyalistlerin köprü olduğu, kubbesi ses getiren, çardağı serin, önderi derin, imkânı bol, tonozları, kirişleri sağlam, kanalları geniş ve her yere uzanan, kemeri kuşağı kırk arşın uzunluğunda, poşisi rüzgârda dalgalanan yepyeni bir parti ya da Kongre Girişimi ya da muhalefet meclisi ya da “Demokratik Ulus-Kongre Partisi” (burada da bir tire işareti var ama acaba neden?) .  Bize şapka çıkarmak düşer.

Sonuç

  Bu yeni oluşumun,  bütün maddi ve zihinsel imkânlarını zorlamaları için sosyalistlere de bir  fırsat sağladığını belirtmek gerekir. Türkiye’de sosyalistlerin örgütlenme çabaları, 12 Eylül’den sonra  milâdi bir tarih  olan 1986 yılında başladı ve şu zamana kadar anlamlı bir sonuç vermedi. Bunun  başlıca sebebi  “Kürt Ulusal Hareketi”nin yarattığı çekim gücüdür.  Sınıfsal ve ideolojik bir kesinliği olmasa da bu hareket,   sürdürdüğü reel politikanın bir gereği olarak her zaman sol bir eğilimi muhafaza etmiştir. “Marksist gerillalar”, “Ulusal Kurtuluş Mücadelesi”, “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” gibi kavramları içselleştirmiş, daha bacak kadar çocukken ve ortalıkta ciddi bir Kürt hareketi yokken miting meydanlarında “Kürdara Azadi!” diye slogan atmış, “Mem u Zin”i üzerinde bulundurduğu için polisten dayak yemiş bir kuşağın böyle bir cazibeye direnmesi düşünülemezdi. Ne olup bittiğini anlamaya çalışmak, “Kürt Ulusal Hareketi”ni emperyalist saldırı altındaki Ortadoğu bölgesi bağlamında görmek ve göstermek, sürekli değişen ittifakları izlemek  zordur. Fakat bugünkü haliyle “milli mesele”den söz etmek için, hiç de romantik olmayan  bu bağlamı dikkatle incelemek ve   izlemek  zorunludur.

Şimdi bu Çatı Partisi girişimiyle çok kesin bir ayırım gerçekleşmiş ve “Kürt Ulusal Hareketi” sosyalist kesimlerin içinden alabileceği azami gücü bu kez  tek bir hamlede  almış bulunmaktadır. Bu yapının dışında kalan sosyalistlerin kendi kaderlerini Kürt Ulusal Hareketi’nden bağımsız olarak tayin etmeleri; etnik ve dinsel ayırım yapmadan, mevcut iktidara, burjuvaziye, toprak ağalarına ve her türlü feodal yapı ve ilişkiye,  toplumun  cemaat ve tarikatlarla kuşatılmasına karşı ittifak halinde örgütlenmeleri ve  mevzilenmeleri  beklenir ve gerekir. RED,  29.10.2011

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *