Yavuz Alogan
Bizi ileriye doğru iten zamanın akıp gidişini algılamakta zorlanırız. Üzerimizden aşıp içimizden geçerek geriye doğru akıp giden zaman, düşünceleri, insanları, şehirleri bizden uzaklaştırır. Bazılarının geride bıraktığı boşluk olduğu gibi kalır, bazıları öylesine değişir ki tanıyamayız ve nihayet bazılarının yeri aklımızın ucundan bile geçmeyen bambaşka şeylerle dolar.
2000’e girdiğimizde, “İşte milenyum!” diye şaşırdık. O zamana kadar bildiğimiz, tanıdığımız her şey değişmişti. Bizden önceki Soğuk Savaş kuşağının durgun hayatına kıyasla çok şey görmüş, muazzam altüst oluşların etkisini hissetmiştik. Reel sosyalizm yenilmiş, ilk McDonad’s mağazası İstanbul’da açılmış, bilgisayarlar gelişmiş fakat sol siyasetin büyük bölümü insan ilişkileriyle birlikte sanal âleme henüz taşınmamış, insanlar ekranlarda kendilerini kaybederek başlarını cep telefonlarına eğmemişlerdi. Milenyum’un üzerinden tam on sekiz yıl neredeyse bir hamlede geçip gitti ve şimdi bambaşka bir yerdeyiz.
Geldiğimiz yerden geçmişe bakarken Walter Benjamin’in, Paul Klee’nin 1910 tarihli Angelus Novus (Tarih Meleği) tablosu hakkında 1930’larda söylediklerine benzer düşüncelere kapılmamak elde değil. Tablodaki tarih meleği yüzünü geçmişe çevirmiştir. “Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür.” Melek, ölüleri diriltmek, “parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister.” Fakat geçmişten esen güçlü fırtına yüzünden kanatlarını kapayamaz. “Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler.”
Günümüzde parçalanmış ve yeniden bir araya getirilemeyecek olan, 1945’ten itibaren inşa edilen Birleşmiş Milletler düzeni ve beraberinde getirdiği uluslararası ilkelerdir. Soğuk Savaş döneminde bile varlığını koruyan ve etkisini hissettiren bu sistem, I. Dünya Savaşı’ndan önceki Milletler Cemiyeti kadar işlevsiz bir yapıya dönüşerek yozlaşmıştır. İrili ufaklı ülkeleri yönetenler, geleceğe ilişkin bütün insanlığa umut verecek yerde, deli gibi silahlanmakta, teknoloji yarışının ürünü olan son model silahlarını utanmazca teşhir etmektedirler.
Burnumuzun dibindeki Gürcistan ve Ukrayna’da Pentagon’un fabrikaları harıl harıl biyolojik ve kimyasal silah üretiyor. İnsanlık, dördüncü nesil savaşların tehdidi altında. Bu savaşlar, düşman unsurların siyasî, iktisadi, toplumsal ve askerî bütün sistemleri zamana yayarak bir arada kullandıkları, terörist gruplar ve paralı askerlerle verilen düşük yoğunluklu savaşların ulusal sınırları aşarak bütün hassas bölgeleri kapladığı yüksek teknolojili bir savaş türüdür. Bu tehdidin bir parçası ve hedefi olmamak, bunu bertaraf edecek güçlü ideolojik ve örgütsel devrimci yapılar düşünmek gerekir.
Bizim ülkemizde parçalanmış olan ise Cumhuriyet’in taşıyıcı kolonlarıdır. Bizzat çıkardığı yasalardan aldığı kanun kuvveti ve kendisine müşteri yaptığı seçmenlerin oyu dışında, tarihî ve hukukî meşruluğu şüpheli bir siyasî iktidarın ulus-devlet’i darül harp görerek ve milleti ümmete dönüştürerek, devletin bütün dengeleyici mekanizmalarını kaldırıp hâkimiyeti kendi elinde toplama ve tam bir ideolojik hegemonya kurma hevesi; ve müstevlinin her türlü siyasî emeline alet olmuş bir ana muhalefet partisi ve daha güvenilir işbirlikçi olmak için onunla rekabete giren sistem partileri, geleceğimizi hedef alan aynı tehdidin iki yüzüdür.
Yeni yıla bu iki büyük tehditle giriyoruz. Dünya savaşını bertaraf etmeye gücümüz yetmez. Fakat cumhuriyetin taşıyıcı kolonlarını yeniden inşa edebilir ve gerek 2007’de gerekse 2013’te kendiliğinden toplanan, büyük bir basiretsizlik ve yeteneksizlik sergileyerek dağıttığımız kitleleri Mustafa Kemal’de birleştirebiliriz.
Yeni yılda Aydınlık okurları başta olmak üzere herkese aileleriyle birlikte sağlık ve esenlik diliyorum. Marifet umut etmek değil, umudun sahici olanıyla sahte olanını ayırt etmektir. Aydınlık, 30. 12. 2018