ZİHİN MUHAFIZI

Yavuz Alogan

1961 yılında ABD Başkanı J.F. Kennedy çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu bir danışmanlar grubuyla yaptığı toplantının ardından Küba’yı işgal etmeye karar verir. Amerikalı komandoların öncülüğünde Kübalı sürgünlerden tertip edilen askerî kuvvet hava desteğiyle adaya denizden çıkarma yapar, bir kısmı paraşütle atlar.  Başta Fidel Castro olmak üzere devrimci militanlar ölümüne savaşırlar, Amerikan çıkarması tam bir fiyaskoyla sonuçlanır.

 Küba ordusu saldırganları kuş gibi avlar, iki CIA görevlisini yakalayıp kurşuna dizer. Havana’ya getirilip halka teşhir edilen 1204 Küba asıllı saldırgan hıyanet-i vataniye’den yargılanır; hepsine 30’ar yıl hapis cezası verilir, beşi idam edilir.

Onca savaş tecrübesine rağmen ABD bu kadar aptalca bir harekâta nasıl karar vermiş olabilir? Sorgulama başlar. Sonunda Kennedy ile danışmanlarının çıkarma bölgesinin haritalarını bile yeterince incelemedikleri, mesela çıkarma bölgesinin hemen ötesindeki bataklık bölgeyi görmedikleri ortaya çıkar.

Aradan dört yıl geçtikten sonra, çıkarma kararının alındığı toplantıya katılanlardan biri, Kennedy’nin sivil danışmanlarından tarihçi Arthur Schlesinger önemli bir itirafta bulunur: “O kritik tartışmalar sırasında sessiz kaldım. İtiraz etmenin beni yalnızca sorun çıkaran biri olarak göstereceğini düşündüm.” Schlesinger, aslında  çıkarma fikrine karşı çıkması gerektiğini, fakat “tartışma koşulları yüzünden bu saçmalığa itiraz etmenin imkânsız” olduğunu söyler.

Kusurlu Karar Nasıl Oluşur?

Bu itirafı okuyan sosyal psikolog  Irving Janis, farklı dış politika kararlarını çözümleyerek  devlet adamlarının “kusurlu karar” oluşturmalarına yol açan  psikolojik ortamın özelliklerini incelemeye başlar ve bir “grup düşüncesi teorisi” geliştirir.

Bu teoriye göre “kusurlu karar,” karar grubunun belirli bir eylem çizgisinin nedenlerini ve sonuçlarını sistematik biçimde düşünmeyi sağlayan yöntemler olmaksızın, dış etkilerden tamamen soyutlanarak toplandığı zaman gerçekleşir. Belirli bir eylem çizgisini kuvvetle savunan bir lider ve bu liderin yarattığı yüksek stres, “kusurlu karar” alma eğilimini güçlendirir. Kusurlu   karar, özellikle  gruba  yönelik bir dış tehdidin varlığı güçlü biçimde hissedildiği ya da ısrarla iddia edildiği zaman ortaya çıkar.  Bu koşullar, grup üyelerinde grup mutabakatının sağlanması ve sürdürülmesi için güçlü bir arzu, yanı sıra muhalefet yüzünden grubun bölünmesini önleme kaygısı uyandırır.

Karar toplantısına katılanlar, önerilen eylem çizgisini güçlü ve zayıf yönleriyle değerlendirecek yerde, kendilerini bu çizgiyi rasyonalize etmek (akla uydurmak) zorunda hissederler ve kendilerine bir “zihin muhafızı” atayarak, önerilen kararlara ters düşecek her türlü bilgiyi gruptan uzak tutmaya çalışırlar. Kolektif akıl, yerini kolektif aptallığa bırakır. Böylece, “kusurlu karar” alınır.

Grup Kararı Nasıl Alınmalı?

Profesör Janis  çözüm önerilerini de sıralamıştır. Her şeyden önce grup liderinin önemli kararlar alınmadan önce bir tartışma ortamı yaratması ve tartışma başlamadan önce kendi tutumunu ortaya koyarak grup üyelerini baskı altına almaktan kaçınması gerekir.  İkincisi, grup üyelerinin ihanetle, grubu bölmekle suçlanma kaygısı olmaksızın önerilen eylem çizgisini aktif biçimde sorgulamalarına izin verilmesi gerekir. Üçüncü olarak, dışarıdan gelen uzmanların, asker, diplomat ve akademisyenlerin önerilen eylem çizgisini farklı perspektiflerden değerlendirmeleri sağlanmalıdır. Son olarak, karar alındıktan sonra  bir toplantı daha yapılarak, bütün kuşkular, kaygılar ve olası riskler  son kez tartışılmalıdır.

Janis’in teorisi  akademik çevrelerde fazla dikkate alınmamış, ölçme ve değerlendirmeye imkân tanımadığı, tarihi olayların çözümlenmesine dayandığı, ayrıca laboratuvar ortamında deneysel olarak kanıtlanamayacağı için eleştirilmiştir.

Şimdi diyeceksiniz ki “Bu adam bu hikâyeyi niye anlattı?”

Devlet’in ve siyasî partilerin nasıl karar aldıklarını düşünürken bu örnek aklıma geldi (bkz. Rita L. Atkinson vd., Psikolojiye Giriş,  s. 674-679, Arkadaş 1999).  Devlet’in ve milletin kaderini belirleyen konularda ya da parti politikası oluştururken nasıl karar alıyorlar?   Reis’in, her biri kafasında bir “zihin muhafızı” taşıyan Saray danışmanlarıyla, hiçbir kurum tarafından denetlenmeden ve TBMM’ye danışmadan karar aldığını ve kararını “Millî savunma  bakanımı çağırdım ve ona dedim ki…” diyerek uygulamaya koyduğunu  biliyoruz. Bu yönetim tarzı “kusurlu kararlar” yüzünden ülkeyi felakete götürecektir.

Serbest Liderlik ve Sadakat Sorunu

“Zihin Muhafızı” olayı siyasî partilerde de geçerlidir.  Parti üst yönetimleri mafyalaşmıştır. Kendi kafasındaki “zihin muhafızı”nı kovarak parti yönetiminin dayattığı politikayı eleştiren kişinin sesi kesilir, “kafası bozuk” bir unsur olarak tecrit edilir, çizmeyi aşarsa disipline verilir, istifaya zorlanır, üyelikten atılır.

Böylece tam bağımsızlığı ve üniter devleti savunan herhangi bir parti üyesi, kendisini NATO’yu savunurken ya da ülkeyi bölmek isteyen başka bir  siyasî partiyi desteklerken buluverir. Ya da parti yönetimi, sosyalist üyesinin sağcı gibi davranmasını, siyasî iktidara muhalefetten vazgeçmesini isteyebilir; bilimsel sosyalist gençlik örgütünü Abdülhamitçi gençlik örgütüyle Atatürk bayrağı altında (!) birleşmeye zorlayabilir. İstediği her şeyi yaptırabilir.

 Parti liderliğinin ideolojik ve siyasî çizgiyi tam bir serbestlik içinde belirlemesi, kafasındaki taktik manevralara ya da fantezilere göre karar oluşturma yetkisi kabul edilemez.  Önemli çizgi değişikliklerinde partiye danışma, açık tartışma ya da örgüte hesap verme mecburiyeti olmalıdır. Bu mecburiyet yoksa ortada modern anlamda bir parti de yoktur; sadece şirketleşmiş bir cemaat ya da bir inanç tekkesi vardır.

Kararların nasıl alındığına dikkat edelim! Bize sormadan karar alan, aldığı kararı bize dayatan, kabul etmeyeni hain ilan eden, kendi kararını değiştiren ve bu kez yeni kararını dayatarak onu kabul etmeyeni hain ilan eden, kendi başarısızlığını algılayamayan, ezemeyeceği insana önderlik edemeyen kişilere; her bir taraftarının kafasına yerleştirdiği “zihin muhafızı”ndan ve özenle seçilmiş kongre delegelerinden başka hiçbir liderlik güvencesi olmayan parti başkanlarına itaat etme mecburiyeti kesinlikle yoktur.

Kafasına yatmayan bir siyasî çizgiyi yalnız kalma ya da gruba ters düşme korkusuyla kabul eden, kayıtsız şartsız itaati örgüt disiplini zanneden adamın ya da kadının sessiz bir kuzudan farkı yoktur ve gelişim çizgisinin son evresine ulaştığında siyasî varlığını ancak bir koyun olarak sürdürebilir. Kişilere ya da kurullara değil, fikirlere, ideallere, programlara sadakat gösterilir.  Veryansıntv,  27. 08. 2019       

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *