Yavuz Alogan
Devlet’i düşünme eylemimi bisiklet sürdüğüm süreyle sınırladım: yaklaşık bir saat! Bu süre içinde sadece Devlet’i düşünüyorum. Böylece günün tamamında sürekli Devlet’i düşünerek dağılmaktan kurtulmuş, insan zihnine küşayiş (parlaklık) veren soğuk ve açık havadan istifade etmiş oluyorum.
Düşünme yöntemim, ayıklamak. Sürekli ayıklıyorum.
Üst perdeden atıp tutan siyasî parti başkanlarının faydasız sözlerini, sırıtarak yaylana yaylana yürüyen müzakereci İmralı heyeti komedyenlerinin demeçlerini, AKP ve CHP belediyeleri arasında süregiden rant, ihale fesadı ve yolsuzluk kavgalarını ayıklıyorum.
Siyasî sistemin kılcal damarlarına kadar tıkanıp yozlaştığını, Yüce Meclis’in Büyük Ortadoğu Projesi’nin Türkiye’ye verdiği bölgesel görevi yerine getirmeye hazır olduğunu, belediyelerdeki yolsuzlukları karşılıklı olarak görmezden gelmek için iktidar ile muhalefet arasında yapılan örtük/zımni anlaşmanın paçası tutuşan Saray’ın hamlesiyle bozulduğunu anlıyorum.
Montesquieu’yle birlikte kanunların ruhunu çağırıyorum fakat gelmiyorlar. Ülkede kanun nizam hâkimiyetinin kalmadığını, anayasa ve kanunların fiilen ilga edildiğini, fakru zaruret içinde harap olan milletin netice vermeyen siyasî atışma ve tartışmalarla bitap düştüğünü, giderek seçimlerden umudu kesmeye başladığını görüyorum.
Bütün bu görüntüleri ayıklayıp bir kenara koyuyorum.
Ayıkladıkça Devlet en çıplak hâliyle ortaya çıkıyor. Bunun bir Parti Devleti olduğunu, yani programıyla, ideolojisiyle, kültürüyle tek bir siyasî partinin Devlet olarak örgütlenmiş hâli olduğunu görüyorum. Yani Devlet’in esas teşkilatı (teşkilat-ı esâsîsi) iktidardaki siyasî partinin kendisi oluyor. Onun icraatını reddettiğiniz zaman Devlet’e isyan etmiş sayılıyorsunuz. Muhalefet etmek için kurduğunuz siyasî parti seçimlere girdiği zaman Devletle rekabet ediyor. Seçimleri kazanmanız hâlinde siyasî iktidarın, mesela Saray’ın bahçesinde bir devir teslim töreni düzenleyerek iktidardan vazgeçeceğini, Devlet’ini de yanına alarak muhalefete çekilebileceğini umut ediyorsunuz.
Barışçı geçiş imkân ve ihtimalinin yok denecek kadar az olduğu görülüyor.
Siyaset biliminde Devletler, egemenlik yapısına, yönetim biçimine ve iktisadi sistemine göre sınıflandırılır. Ele aldığımız konu bağlamında bizi ilgilendiren, yönetim biçimine göre yapılan sınıflandırmadır. Buna göre Devlet; Cumhuriyet, Demokrasi, Monarşi, Teokrasi, ya da askerî diktatörlük, faşizm vs biçiminde Totaliter olabilir.
Bizdeki Parti Devleti bunların hiçbirine denk düşmüyor.
En yakın düşen yönetim biçimini uydurmak gerekirse, teokratik olmaya çalışan, görünüşte meşruti fakat gerçekte monarşik bir yapıdan söz edebiliriz. Bu sistemde, aslında veraseten olması gereken fakat bizim örneğimizde seçimle iş başına gelen bir “monark” (hükümdar) vardır. “Şu kadar veriyorum,” diyerek sizin emekli maaşınızı, asgari ücretinizi belirleyebilir, kaç çocuk yapacağınıza kadar her şeyinize karışabilir, sizi terörist ilan edip tutuklayabilir, kanunla tanımlanmış bir suç işlemediğiniz hâlde sırf gıcık kaptığı için sizi ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edebilir, “halkın yüzde 51’ini evlerinde zor tutuyorum” diyerek hükmettiği halkı iç savaşla tehdit edebilir, bir gece ansızın ordularıyla başka bir ülkeye hücum edebileceğini iddia ederek taraftarlarını coşturabilir, istediği kişiyi uygun gördüğü makama getirebilir ve anında azledebilir, herkesi her yere atayabilir ve anında geri alabilir, hanedan kurmaya bile tevessül edebilir.
İçeriden denetlenemez, ancak küresel malî sistem ve emperyal güç odakları tarafından denetlenip yönlendirilebilir, varlığını onlara borçludur.
Peki bu bir meşruti monarşi midir? Hayır, değildir. Zira meşruti monarşide hükümdarın yetkileri anayasal olarak seçimlerle oluşan Millet Meclisi tarafından kısıtlanmıştır. Parlamento denilen âlet, sınıfların ve zümrelerin sahip oldukları hakları hükümdara dayatmak, tek bir adamın icazeti altında halkın ezilmesini önlemek için icat edilmiştir. Fakat eğer hükümdar, aynı zamanda bir siyasî partinin başkanıysa ve meclis çoğunluğuna sahipse, istediği kanunu çıkarır. Bu durumda “Yüce” ve “Gâzi” gibi sıfatlarla andığımız parlamento, Hükümdar’ın tasdik makamı olmanın dışında işlev göremez, yok hükmündedir. 1876’da kurulan kısa ömürlü Meclis-i Mebusan’dan bu yana gelip geçen hiçbir parlamento şimdiki kadar işlevsiz değildi.
Lenin’in, “burjuvazinin ahırı olarak parlamento” tarifine uyuyor. Zenginler en oynak atlarını oynayıp sıçrasınlar, avaz avaz kişnesinler, tepişsinler, halk da hakikaten birileri onlar adına mücadele ediyormuş zannetsin, maksat demokrasi olsun diye oraya gönderiyorlar.
Neyse, uzatmayalım, konuyu dağıtmayalım…
Peki eğitimi imamlara, cemaat ve tarikatlara devrederek, modern devlette görülmeyen tuhaf dayanışma biçimleri icat ederek alttan alta teokratik olmaya çalışan, görünüşte meşruti olan bu monarşik Devlet meşru mudur?
Meşruiyetin tanımı bellidir: Hukuka ve genel ahlaka uygun olan, toplumun, halkın geçerli kabul ettiği şey meşrudur. Devlet için de aynısı geçerlidir. Ancak burada ince bir ayrıntı var. Halkın bir bölümü Devlet’in uygulamalarından memnun olmasa da uygulamanın geçerliliğini sorgulamaz. Çünkü ortada Anayasal bir Devlet ve onun çıkardığı kanunlar vardır. Fakat Anayasa rafa kaldırılmışsa ve Parti Devleti kendi çıkardığı kanunlara bile uymuyor ya da onları kendi ideolojisine ve azami programına göre belirlediği hedeflere ulaşmak için sürekli değiştiriyor, yeniden yazıyor, ilaveler yapıyorsa… Bu durumda, Devlet’in uygulamaları sorgulanır, meşruiyeti yoktur. Ve o vakit meşruluğu olmayan ya da meşruiyetini giderek kaybetmiş bir yönetime karşı halkın direnme hakkı doğar. Bu, evrensel bir haktır. Bu hakkın kullanımını sürekli erteleyecek kadar sabırlı/mütevekkil bir halk tarihte görülmemiştir.
Şu son yirmi yılın Türk halkına kazandırdığı tecrübe bu bakımdan çok değerlidir. Gelecekte Kurucu Meclis’in yapacağı Toplum Sözleşmesi’nin Devlet yönetiminin meşruluğunu sarsılmaz esaslara bağlayacağından şüphe duyulamaz.
Herkesin sadece Devlet’i düşünmesi lazım gelir. Çünkü bütün sorunlar orada düğümlenmektedir.
Grev kazanıp halay çeken işçinin, hem burjuvazinin hem de siyasî iktidarın her türlü grevi sendikasıyla birlikte satın alabilecek kaynaklara ve ilişkilere sahip olduğunu bilmesi, esas olarak Devlet’in niteliğini, sınıfsal yapısını düşünmesi lazım.
“Oh ne güzel, üç kap yemek kırk lira, sohbet bedava,” diyen emeklinin, ilk kez 1929 Büyük Depresyonu sırasında yoksullaşan halk açlıktan ölmesin diye ABD’de görülen aşevlerinin bir benzeri olan kent lokantalarının aslında bir utanç kaynağı olduğunu, iflasa delâlet ettiğini bilmesi, bu Devlet beni ne hâle soktu diye isyan etmesi lazım.
Üniversite öğrencisinin, en temel sorunlar etrafında 68 ve 78 ruhunu canlandırarak örgütlenmesi, siyasî iktidarın varlığını sorgulaması, kantinlerde, kafelerde Devlet’i konuşması lazım.
Askerin, kimin askeri olduğuna karar vermesi, subay mahfilinde ya da kışlanın kameriyesinde otururken, askerî hastaneleri, mektepleri, istihbarat ve yargı kurumlarını nasıl geri alacağını konuşması, dolayısıyla Devlet’i düşünmesi lazım.
Yargıcın, Anayasa’yı sürekli ihlâl eden siyasî iktidar nasıl olur diye düşünmesi, tayin-terfi kaygısı taşımadan teraziyi dengeleyip imama kaptırdığı kılıcı geri alması, adaletin kılıcını eli titremeyen Jakoben bir adalet duygusuyla kullanması lazım.
Devlet’i düşünürken yurttaşlık bilincinin uyanması lazım.
Yurttaş’ın, Atatürk’ün 10. Yıl Nutku’nda dediği gibi, kendisini “Büyük Türk milletinin bir ferdi” olarak görmesi, “Türk-Kürt-Arap ümmeti”ne mensup sayılmayı reddetmesi lazım.
Sonuç olarak herkesin, sürekli köpürtülen içi boş siyasî mevzuların, bitmez tükenmez siyasî entrikaların biraz üzerine çıkarak, günde beş vakit olmasa da en azından bir vakit ya da benim gibi bir saat, doğrudan Devlet’i düşünmesi lazım. Veryansın, 19.01.2025