Yavuz Alogan
Savaşta ölenlerin sayısı savaşan ülkelerin başarı ve fedakârlık ölçütlerinden biri, belki de en önemlisidir. Tarafların barış masasında elini güçlendirir ya da zayıflatır. Çatışmada ölen askerler “martir” ya da “şehit” sayılırken, diğerleri “sivil zayiat” olarak kayda geçer.
Lawrence Freedman, Savaşın Geleceği’nde (Say 2017) savaşların ölçeğine ilişkin en basit ölçü biriminin ölü sayısı olduğunu belirtir. Sayılar halka moral vermek için küçültülebilir ya da öfke yaratmak için abartılabilir; “soylu bir dava uğruna ölmeye hazır olanların cesaretini ya da aptalca bir askerî maceranın yükünü aydınlatmak için kullanılabilir” (s.172).
Günümüzde Zelenskiy, Rusya-Ukrayna savaşında 31 bin askerin öldüğünü söyleyerek sayıyı küçültürken, Sergey Şoygu -belki abartarak- Ukrayna kayıpları için “444 bin kadar” demektedir (Sputnik 27. 02.24).
Nükleer savaş çağının açılmasıyla birlikte ölü sayısı “ölçüt” olmaktan çıkmış, ölüleri saymak zorlaşmıştır. Hiroşima ve Nagasaki’de 6-9 Ağustos 1945’te, patlama anında ve sonrasında çoğu sivil 500 bin kişi öldü. Uzun yıllara yayılan, neredeyse günümüze kadar uzanan ölümlerin sayısını tam olarak hesaplamak bile mümkün olmadı. Patlama ânında ölenler şanslı sayıldı.
Nükleer silah sahibi taraflar ilk kez 1958’de bir araya geldiler. Durumun vahametini fark etmişlerdi. Beş NATO ve beş Varşova temsilcisi Cenevre’de sürpriz saldırıyı, yanlış anlama ya da kazayı önleyecek önlemleri görüştüler. Hiçbir konuda anlaşamadan dağıldılar. 1941 yılına takılmışlardı. ABD, Pearl Harbor gibi, Sovyetler Birliği ise Doğu Almanya üzerinden Barbarossa benzeri bir sürpriz saldırı bekliyordu.
“Nükleer Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri” (SALT I) 1969’da Helsinki’de başladı. SBKP Genel Sekreteri Leonid Brejnev 1971’de, partinin 24. Kongresinde uluslararası güvenlik çağrısında bulundu. 1979’da Brejnev ve Carter Viyana’da Salt II Antlaşmasını imzaladı. Nükleer silahların üretimini azaltmaya karar vermişlerdi.
Bu süreç ABD tarafından bozuldu. 1982 yılının Haziran ayında İngiltere’ye giden ABD Başkanı Ronald Reagan, Westminster’da İngiliz milletvekillerine hitap etti. Otuz yıldır Baltık kıyısındaki Stettin’den Karadeniz kıyısındaki Varna’ya kadar hiçbir ülkede seçim yapılmadığını belirttikten sonra, “özgürlük için haçlı seferi” çağrısında bulundu.
Günümüzde NATO’nun Rusya’ya karşı mevzilendiği hat kuzeye, güneye ve doğuya doğru genişlemiş olarak aynıdır.
Reagan’ı cesaretlendiren gelişme, ABD’nin İslâmcı direnişçilere verdiği omuzdan ateşlenebilen karadan havaya füze sistemleri sayesinde Afganistan’daki Sovyet ordusunun zorlanmaya başlamış olmasıydı. Basit bir silah Kızıl Ordu’nun Afganistan sahasında hava hâkimiyetini yok etmişti. Tarihçi Jeremy Black, Dünya Tarihinde Askerî Strateji başlıklı kitabında, o sırada “Amerikan askerî stratejisi artan bir şekilde nükleere yakın bir savaşın kazanılabileceğine dair bir güven üzerinde yoğunlaşmaktaydı” diyerek, Haçlı Seferi’nin nükleer silah boyutuna işaret eder (Timaş Tarih 2021, s. 359).
Nitekim Westminster konuşmasından bir yıl sonra Reagan, 23 Mart 1983’te, ABD’nin “Yıldız Savaşları” denilen Stratejik Savunma İnisiyatifi’ni (SDI) başlattığını ilan etti. Uzaya konuşlandırılacak silahlarla Sovyet uyduları ve füzeleri imha edilecekti. Guam’dan ateşlenen bir Amerikan roketi sahte nükleer başlık taşıyan bir füzeyi vurdu. Ancak bu girişimin Sovyetler Birliği’ni müzakereye çekmek için yapılan bir blöf olduğu söylendi.
O sırada ABD açık denizlerde devriye gezen nükleer denizaltılardan başlayıp ülke topraklarına doğru halkalar hâlinde daralan bir savunma hattı, Rusya ise Kaliningrad’dan Orta Asya’ya kadar bir erken uyarı ve mukabele sistemi üzerinde çalışıyordu.
Günümüzde Roscosmos Başkanı Yuri Borisov’un açıkladığı, Rusya ve Çin’in uzayda ortak araştırmalar yapmak için 2021’de imzaladıkları mutabakat zaptı uyarınca Ay’da nükleer santral inşa etme planlarının (haberrus.ru/info, 06. 03. 24) blöf olup olmadığı henüz belli değil.
Sovyetler Birliği 1991’de içe doğru çökerek, tek kurşun atmadan stratejik olarak yenildi. Putin, yıllar sonra bu olayı “yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak tanımlayacaktı.
NATO’nun genişlemesine karşı Rusya ileriden savunma hatları oluşturmak için Ukrayna’ya saldırdı. Gerasimov Doktrini’yle geliştirilen “hibrit savaş” yöntemini terk ederek klasik savaş yöntemleriyle (havadan destekli zırhlı birlik harekâtı) Ukrayna’yı işgal etmeyi denedi fakat başaramadı.
Türk ve yabancı askerî uzmanlar işgal stratejisinin yanlış olduğunu, Rus askeriyesinin ağırlık (sıklet) merkezi oluşturamadığını, lojistik/ikmal sorunları yaşadığını, Kiev’den çekiliş sırasında oluşan “savaşın doyma noktası”nda ordunun kararsız kaldığını, Odessa’yı alarak Karadeniz’i Ukrayna’ya kapatamadığını değerlendirdiler.
Bu arada, savaş sahasında normal olmayan sayıda Rus generalinin ölmesi (8 ve 11 rakamları veriliyor), yani cephe karargâhlarının imha edilmesi, komuta kademesinin vurulmasına yol açacak şekilde yerini belli ettiğini, başka deyişle Rus ordusunun sahrada örtülü elektronik haberleşme yapamadığını ortaya koydu. Başta amiral gemisi Moskova olmak üzere 20’den fazla Rus gemisinin karadan atılan füzelerle imha edilmesi de erken uyarı ve mukabele sistemlerinin yeterli olmadığını gösterdi.
Rusya geri çekildi. Putin, Ukrayna’nın en gelişmiş yüzde 15’ini, Donetsk, Luhansk, Zaporejya ve Herson bölgelerini ilhak ettiğini, bu hatta duracağını, daha ileri gitmeyeceğini, bu bölgelere yapılacak her türlü saldırıya “topyekûn anavatan savunması”yla karşılık verileceğini ilan etti. İlhakı meşrulaştırmak için referandumlar yapıldı. Kısmî seferberlik ilan edilerek bölge tahkim edildi. Ukrayna ordusunun bu bölgeyi ve Kırım’ı geri almaya yönelik günümüze kadar süren bütün saldırıları duvara atılmış yumurtalar gibi kırıldı. Ukrayna’da Rus tahkimatını kırmak için gerekli konvansiyonel askerî gücün tertiplenemeyeceği anlaşıldı. Rusya saldırı konumundan savunma ve tahkimat konumuna geçmişti. Bu durum “Rusya savaşı kazandı” şeklinde erken yorumlara yol açtı.
Aslında konvansiyonel çatışmanın sonuna gelinmiş ve cephe kilitlenmişti. Bu noktada barış ancak, Rusların ifadesiyle, “Batı’nın yeni bölgesel gerçekleri kabul etmesi”yle (Zaharova, 2023), yani Rus ilhakının meşru kabul edilmesiyle ya da Rusya’nın Kırım dâhil ilhak ettiği bölgeleri Ukrayna’ya iadesiyle sağlanabilir. Bu olmadığı sürece NATO’nun ve Rusya’nın elindeki bütün yıkıcı silahlar savaş taktiklerini belirleyecek ve süreç kaçınılmaz biçimde nükleer çatışmaya doğru evrilecektir. 1990’larda ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın şu tarihî sözünü hatırlayalım: “Bunca silahı kullanmayacaksak niye ürettik?”
Nükleer savaş konusunda Rusya’nın sesi daha yüksek çıkmakla birlikte, NATO’nun süreklilik, planlama/geliştirme ve cephane stoku bakımından daha hazırlıklı olduğunu, Rusya’nın ise muazzam bir kırılma (kesinti) yaşadığını, on-on beş senelik bir duraklamadan sonra nükleer cephaneliğini yenilediğini anlıyoruz. (Tarihsel sürekliliği inceleyen önemli bir makale için bkz. Prof. Michel Chossudovsky, “ ‘Preemptive Nuclear War’: The Historic Battle for Peace and Democracy. A Third World War Threatens the Future of Humanity,” GlobalResearch, 02. 03. 24).
Chossudovsky, gizliliği kaldırılmış belgelerden hareketle, ABD’nin 15 Eylül 1945’ten itibaren Sovyetler Birliği’nin 66 kentini 204 atom bombasıyla vurmayı planladığını (WWIII Blueprint) belirtmektedir. Nükleer silah üretiminin kâr odaklı olduğunu anlatan Chossudovsky, Obama döneminde başlatılan 1,3 trilyon dolarlık nükleer silah programına bağlı güçlü mali çıkarlar olduğunu belirtmektedir.
Biden yönetimi 2022’de Rusya’ya karşı “nükleer ilk vuruş” olasılığını göz ardı etmeyen bir “Nükleer Deklarasyon Politikası” (NPR) ilan etmiştir.
ABD Kongresi Araştırma Servisi’ne göre:
“NPR [2022], potansiyel düşmanların nükleer silah kullanmasını içermeyen durumlarda da ABD’nin nükleer silah kullanabileceğini öne sürmektedir.” NPR, taktik nükleer silahların konvansiyonel silahlar olarak kategorize edilmesini içeren bir entegrasyonu, ‘konvansiyonel ve nükleer planlamanın daha fazla entegrasyonu’nu önermektedir; bu silahlar konvansiyonel savaş sahasında (kendini savunma aracı olarak) önleyici amaçla kullanılabilecektir (agy).
Chossudovsky, makalesinde, “Joe Biden yönetiminde, sözde barışı ve ulusal güvenliği vergi mükellefleri pahasına korumanın bir yolu olarak nükleer silahlara ayrılan kamu fonlarının 2030 yılına kadar 2 trilyona çıkarılması planlanıyor,” demekte ve safça sormaktadır: 2 trilyon dolarla kaç tane okul ve hastane finanse edebilirdiniz?
Rusya ile NATO arasında bir nükleer savaş 1962 Küba Krizi’nden çok daha olasıdır. Bu savaşı önleyecek uluslararası bir kuruluş, sadakat gösterilen bağlayıcı bir antlaşma/anlaşma bulunmamaktadır. Haziran 2023’te biri Cumhuriyetçi, diğeri Demokrat iki senatörün (Graham ve Blumenthal), Rusya’nın Ukrayna’ya düzenleyeceği olası nükleer saldırının NATO’ya yönelik bir saldırı olarak kabul edilmesini öngören bir tasarı sunması (Sputnik, 23. 06. 23) ABD’deki siyasî ortamın genel yaklaşımını ortaya koymaktadır. Saddam’ın “cehennem topu”na ya da nükleer silahlara sahip olduğu iddiası gibi, Rusya’nın Ukrayna’da nükleer silah kullandığı kolayca iddia edilebilir. ABD başkanlık seçimleri nükleer savaş tehlikesini ortadan kaldırmaz. Başkan, son tahlilde silah üreticilerinin ve petro-kimya tröstlerinin, Establishment’ın sözcüsü durumundadır.
Kısa dönemde Pentagon’daki neoconların ve/ya da Kremlin’de Putin çevresinin içeriden tasfiyesi, uzun dönemde ise ilk acı tecrübelerle, sayılamayacak kadar çok sayıda ölü karşısında dünya halklarının kendi devletlerine itaatsizliği kapıdaki nükleer felaketin gezegeni yok etmesini önleyebilir. Gazze katliamının İsrail dâhil bütün ülkelerde kitlesel olarak protesto edilmesi bu yönde umut vermektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin uluslararası savaşını (emperyalist savaşı) iç savaşa dönüştürme taktiği tam 110 yıl sonra yeniden gündemdedir.
Bu konuda en ahmakça tutum, nükleer tırmanmayı futbol maçı seyircisi gibi taraf tutarak izlemektir. İnsanlık tehlikededir. Chossudovsky’nin dediği gibi, “Dünya tarihinin en ciddî kriz kavşağındayız.” Taktik olanlardan balistik olanlara doğru nükleer silahlar patlamaya başladığında, hiçbir devlet ölülerini sayamayacak, yaptığıyla övünemeyecek, zafer kazandığını iddia edemeyecek.
Nükleer felaketin ilk adımı şu şiirdeki kadar basit ve ahmakça olacak: “Bir yerlerde zavallı bir adam… Muhtemelen bir radar ekranına bakıyor ve orada bir şey görüyordu /Bir saniyenin binde biri kadar tereddüt etmesi hâlinde /Ülkesinin haritadan silineceğini biliyordu, bu yüzden… Bu yüzden, bir düğmeye bastı /Ve dünya çıldırdı…”
Beştepe Sarayı’nın Batı’nın ekonomik ve siyasî şantajı altında denge politikasını terk ederek ABD/İngiltere’nin belirlediği Rusya’yla savaş stratejisine bağlanması, Türkiye’nin şimdiden nükleer saldırı hedefi olmasına yol açmıştır. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, NATO ülkelerinin tüm nükleer silahlarını “ortak nükleer cephanelik” olarak gördüklerini ilan etti (Sputnik, 30. 01. 24). Kremlin sözcüsü Zaharova, ABD’nin nükleer silah yerleştirdiği ve yerleştireceği ülkelerin Rusya ile “NATO arasında doğrudan askerî çatışma senaryosunun belirlediği meşru hedefler olacağı”nı açıkladı (Sputnik, 06. 03. 24). Sadece Avrupa ülkelerinden değil, bizden, İncirlik ve Kürecik’ten söz ediyorlar.
Bütün belirtiler Türkiye’nin nükleer savaşın ilk hedeflerinden biri olacağını gösteriyor. Veryansın, 10. 03. 2024