Yavuz Alogan
Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, hatta Cumhuriyet’in kendisi bile bende derin bir tragedya duygusu uyandırıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin durumunu trajik buluyorum.
Geçen yıl net kârı yüzde 400 artan bankacılık sektörünün, işi tıkırında holdinglerin, irili ufaklı kapitalist şirketlerin birbiriyle yarışan pahalı, duygusal ve bomboş Atatürk kliplerini, pop müziği sanatçılarının insanın içini bayan ya da marş formunda bestelenmiş içeriksiz şarkılarını, Avcılar Belediyesi’nin semt kadınlarına Cumhuriyet kutlaması diye Arapça müzik eşliğinde göbek attırdığı sahneyi, bilgisayar marifetiyle imal edilen saçma ve komik Atatürk fotoğraf ve videolarını izlerken kendimi iyi hissetmiyorum.
Herkesin sevdiği, beğendiği şeye “maskot” diyoruz.
Saray Rejimi’nin Mustafa Kemal’i devrimci karakterinden, Aydınlanma düşüncesinden, getirdiği Devrim Kanunları’ndan soyutlayarak bir maskota dönüştürmek istediğini; bunu gayet bilinçli bir tutumla yaptığını; bu yönde her türlü “yaratıcı” (!) girişime tam bir serbestlik tanıdığını anlıyoruz.
Bazıları için o artık bir maskot!
Alıp yakanıza takacaksınız, suretini kahve fincanının üzerinde göreceksiniz, bayrağa iliştirip balkonunuza asacaksınız. Reisiniz münasip gördüğünde, mesela bir seçim öncesinde, onun kostümünü giyecek, onun arkasına saklanıp size el sallayacak, Türkiye’yi onun hedeflerine kendisinin ulaştırdığını iddia, hatta ilân ettirecek. Öylece bakacaksınız… Ya da bu büyük sahteliği görmezden gelerek, bu muazzam ve bilinçli hokkabazlığa itiraz etmeden kendi bildiğiniz Atatürk’ü ve artık yerinde yeller esen Cumhuriyet’i anlatacak, böylece ruhunuzu kurtaracaksınız.
Şu son yirmi yıl içinde Cumhuriyet’in bütün kurumları yok edilmiş, bütün bakanlıklar ve idarî teşkilat tarikatlara teslim edilmiş, ülkenin bütün varlıkları peşkeş çekilmiş ya da yağmalanmış, “millî” olan hiçbir şey kalmamış, laiklik ve Devrim Kanunları ayaklar altında çiğnenmiş, tevhid-i tedrisat ilga edilerek eğitim imamlara teslim edilmiş…
Yirmi yıl boyunca medya marifeti ve eğitim sistemiyle halkın yarısının bilincinden Cumhuriyet silinmiş. Öteki yarısına Cumhuriyet Bayramı’nı kendi başına sokaklarda kutlamaktan başka seçenek bırakılmamış.
Bütün bunları görüyorsunuz, biliyorsunuz, yaşıyorsunuz ve televizyona çıkıp ya da kaleme sarılıp, Saray Rejimi’nin yavaşlatılmış karşıdevrimi hakkında tek kelime etmeden, “Cumhuriyet Devrimi’nden geriye ne kaldı?” diye sormadan, sorgulamadan, Atatürk şöyle devlet adamıydı, böyle devrimciydi, zeybek de oynardı, Hatay’ı da kurtardı diye anlatıyorsunuz.
Bunu nasıl yapabiliyorsunuz?
Bu yazıya eşlik eden fotoğrafı İstanbul sokaklarında gördüğüm an ağır bir tragedya duygusu beni esir aldı. Bizim aymazlığımız, korkaklığımız ve bütün muhalefet partilerinin vahim ihaneti yüzünden Ortadoğu’da ayakta kalmayı beceren, laiklik karşıtı bütün faaliyetlerin zirvesini oluşturan son İhvanı Müslimin Reisi, “İkinci Atatürk” suretine bürünmüş, bizi mâziden (geçmişten) alıp âtiye (geleceğe) götürüyormuş!
Öyle mi?
Saray’da Yüzüncü Yıl resepsiyonu iptal edildi diye herkes çok üzüldü. Nasıl olurmuş da Riyaset-i Cumhur yüzüncü yılda resepsiyon vermezmiş! Bence iyi oldu. En azından bir riyakârlık sahnesi eksik kaldı.
Cumhuriyet’in görkemli 50. Yıl kutlamalarını hatırlatıyorlar. Niye elli yıl önceki gibi kutlamıyor muşuz?
Elli yıl önce Mustafa Kemal’in askeri Oramiral Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı sıfatıyla Çankaya’da oturuyordu. Cumhuriyet’in muhafızları Saray’ın Hassa Ordusu’na dönüşmemişti. Tek bir özgün 50. Yıl Marşı bestelenmiş, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası tarafından icra edilmiş, her kafadan ayrı bir marş ve baygın Atatürk şarkısı yükselmemişti. Kutlamalar için bütün devlet teşkilatını görevlendiren bir kanun çıkarılmış, Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti.
Yüzüncü yılda Saray neden böyle şeyler yapmıyor diye soran kişi, olup bitenin farkında olmayan bir ahmak olabilir ancak! Niye yapsın, zorlayan mı var!
Yirmili yaşlarında devrimci gençler olarak “Müjdeler var yurdumun toprağına taşına” diye başlayan 50. Yıl marşıyla dalga geçtiğimizi hatırlıyorum. İnsan bazı şeylerin değerini aradan yarım yüzyıl geçince anlıyor.
Neyse, konuyu dağıtmayalım…
Saray tam bir yıldır “Türkiye Yüzyılı” kampanyası yürüterek Cumhuriyet Devrimi’nin yüzüncü yıl coşkusunu boşalttı, gösterişli törenlerle, medya kampanyasıyla kendi karşıdevrimini Atatürk Devrimleri’nin üzerine boca etti, onu gözlerden uzaklaştırdı, paketleyip mâziye havale etti. “Huzurun yüzyılı”, “Ulaştırmanın yüzyılı”, “Eğitimin yüzyılı”, “Üretimin yüzyılı”, “Gücün yüzyılı”, “Savunmanın yüzyılı”, “Bilimin yüzyılı”, “Enerjinin yüzyılı”, “Şefkatin yüzyılı” ve “Sağlığın yüzyılı” diyerek, Cumhuriyet’in 100. Yılı’nı anlamsızlaştırdı, kutlanamaz hâle getirdi. Fark etmediniz mi?
Atatürk ve silah arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyet’in 100. yılı yok, Saray Rejimi’nin “Türkiye Yüzyılı” var. Anlamadınız mı?
Anlamadınız! Bizimle dalga geçtiklerini, bizi aldatıp avuttuklarını, son darbeyi indirmek için dikkatli adımlarla fırsat kolladıklarını, bildiğimiz Cumhuriyet’in bir anayasalık canı kaldığını da anlamadınız.
Ayasofya’nın ibadete açılış töreninin Cumhuriyet Devrimi’ne karşı en büyük kalkışma olduğunu, devlet ricalinin eli kılıçlı imamın arkasında topluca namaza durarak bütün dünyaya, “Türkiye artık laik bir ülke değildir” mesajı verdiğini de anlamamıştınız. Anlasaydınız ne olacaktı? Alt tarafı iki tivit atardınız. Ben anladım mesela, iki yazı yazdım… Ne oldu?
Filistin’e destek mitinglerinde işittiğimiz “Hilafet isteriz,” “Yaşasın şeriat” sloganlarını hafife almamanızı tavsiye ederim. Bu gidişle öyle bir gün gelebilir ki mevcut Cumhurbaşkanı’nı, holdingleşmiş, paraya doymuş, rehavete gömülmüş tarikat ve cemaatlerin saçmalıklarını bile mumla ararsınız!
Mustafa Kemal’in “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” sözünün 100. yılında ülkenin Cumhurbaşkanı, cihatçı Hamas’a destek mitingi yaptı ve “sınırlarımızı açtığımız kardeşlerimize yaptığımız gibi, bugün de Gazze için kıyamdayız,” dedi.
Bugün Deniz Kuvvetleri İstanbul Boğazı’nda resmigeçit yapacak. Sıraya dizilmiş savaş gemileri ve güvertedeki askerler, Atatürk’ün hatırasını temsil eden Dolmabahçe Sarayı’nı değil, emperyalistlerin gemisiyle ülkeden kaçan Halife Sultan Vahidettin’in köşkünü selamlayacaklar.
Bu olayın sembolik değeri size belki bir şey anlatmayacak fakat Cumhuriyet karşıtlarına, Aydınlanma düşmanlarına büyük cesaret ve cüret kazandıracak, kendilerini güvende hissetmelerini sağlayacak.
Tragedya duygusuna gelince…
Klasik tragedyada oyunun kahramanı, başlangıçta tıpkı bizim cumhuriyetimiz gibi aydınlık, ahlaklı, erdemli ve dürüsttür. Tutarlıdır fakat zaman içinde kendi zaaflarından kaynaklanan bir büyük hata yapar. Buna “hamartiya” denir.
Hamartiya’yı peripeti izler. Trajik kahramanın yaptığı hata (hamartiya) onun kaderinde bir değişime (peripeti) neden olmuş, yönünü kaybettirmiş, talihini döndürmüş, bahtını karartmıştır.
Bunun ardından “anagnorisis” gelir. Bu aşamada tragedya kahramanı dalgınlıktan sıyrılır, sebep sonuç ilişkisi kurarak Hakikat’e ulaşır. Sisler içinde kaybolan, o zamana kadar göremediği başka karakterleri, tarihi kişileri tanır. Fakat artık yapabileceği bir şey yoktur, çünkü devir değişmiş, “zaman çığırından çıkmış”tır ve “Çürümüş bir şeyler vardır bu Danimarka Krallığı’nda!”
Ve nihayet “katharsis” gerçekleşir. Bu bölümde kahramanımız içsel, zihinsel bir arınmadan geçer. Tragedyanın kahramanı, olanlar karşısında dehşete düşen seyirciyle birlikte duygularını dışa vurur.
Şimdi bu aşamadayız. Duygularımızı dışa vurmak ve eyleme geçmek zorundayız.
Türkiye Cumhuriyeti 2000’li yılların başında yaptığı ve yirmi yıl boyunca tekrarladığı, böylece batağa saplandığı hatalar zincirini bütün dünyayı aydınlatacak “arasız devrimler”le kırmak zorundadır. Çok geç olmadan… Veryansın, 29. 10. 2023