Yavuz Alogan
Biri kesinleşen, diğer ikisi görülmekte olan üç dava ülkemizin başına gelen felaketin büyüklüğünü, maruz kaldığımız tehdit ve tehlikenin niteliğini ve yakın gelecekte olacakları gösteriyor.
Birincisi 28 Şubat davasıdır.
Davanın amacını ve niteliğini ortaya koyan en önemli olay bir cezaevi yöneticisinin hükümlü generalleri tek tek odasına çağırarak 28 Şubat’ta hata yaptıklarını kabul etmeleri ve Cumhurbaşkanı’ndan af dilemeleri şartıyla infazlarının durdurulacağını söylemesidir. Cumhurbaşkanı’nın yurtdışı seyahati sırasında bir gazetecinin “affedeceğinize dair söylentiler oldu” demesi üzerine, “Yargı kararını verdikten sonra kapımızı çalan olmadı” demesi, cezaevi duvarlarından sızan bu bilgiyi doğrulamıştır.
Saray, Cumhuriyet Aydınlanması’nı, Devrim Kanunları’nı savunan Kemalist subayların Saray’ın kapısını çalıp af dileyerek biat etmelerini bekliyor. Böylece Reis’in ne kadar büyük ve vazgeçilmez olduğu anlaşılmış, intikam alınmış, hesap görülmüş olacak.
Generaller teklifi reddettiler. Türk Ordusu’nun seçkin subayı Korgeneral Vural Avar, demans sorununa rağmen, af dilemektense er rütbesiyle cezaevinde ölmeyi tercih etti.
Ülkemizin geldiği yeri gösteren üzücü bir çaresizliktir… Dün er rütbesiyle defnedilen general, Mustafa Kemal’in askeri, Cumhuriyet’in bekçisi ve bu özellikleriyle geçmişimizin, hatta ailelerimizin bir parçasıdır. Kendisini saygıyla selamlıyor, rahmetle anıyoruz.
Bu olay 28 Şubat’ın 18 maddelik programının hangi şartlarda nasıl savunulduğunu ve uygulandığını görmezden gelen siyaset esnafı için derslerle doludur.
Fakat CHP’nin başkanı Saray’ı “28 Şubat düzeni” olarak tanımlamakta, siyasetçiler birbirini “28 Şubatçı” olmakla suçlamaktadır. Siyasî toplum, 28 Şubat’ı başından beri darbe olarak tanımlayan Saray’la aynı görüştedir.
Oysa 28 Şubat’ın 18 maddelik programı MGK’nin tavsiye kararıyla Bakanlar Kurulu’nda görüşüldükten sonra İçişleri Bakanlığı’nın “icra emri”yle yürürlüğe girmişti. Dönemin İçişleri Bakanı, 6’lı masanın anası, sevgi şefkat pıtırcığı Meral Akşener’den başkası değildi.
28 Şubat 1997’de generaller Anayasa’nın ve mevcut yasaların uygulanmasını hükümetten talep ettiler. Girişim hakkında pek çok spekülasyon yapıldı, şimdi de yapılıyor. 28 Şubat’ın AKP’nin yolunu açmak için ABD’nin yönlendirdiği bir tertip olduğu bile söylendi.
Böyle durumlarda metne bakacaksınız. Baktığınız zaman 18 maddenin başta laiklik olmak üzere Devrim Kanunları’nı savunduğunu göreceksiniz. Türkiye’nin kimlik tespiti yapılıyor. Ümmet değil, Millet olduğumuz vurgulanıyor. Bu konularda görüşünüz nedir? Bu program uygulansaydı iyi mi olurdu, kötü mü olurdu? Siyaset esnafının cevaplaması, parti üyelerinin de başlarındaki parti yöneticilerine sorması gereken sorular bunlardır.
28 Şubat davası ve çevresinde yaşanan olaylar Saray rejiminin laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmaya devam ettiğini, Cumhuriyet Devrimi’nin rövanşını almaya kararlı olduğunu, Türk Ordusu’nun ideolojik dönüşümünü tamamlamak için her şeyi yapabileceğini gösterdi.
İkincisi Amiraller davasıdır.
Davanın amacını ve niteliğini ortaya koyan en önemli olay Cumhurbaşkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı’nın davaya “müşteki” sıfatıyla müdahil olması ve bütün amirallerin “kötü niyetli” olduklarını söyleyerek ceza talep etmesidir.
Buna rağmen mahkemenin bütün amiraller için beraat kararı vermesi önemli bir gelişmedir. Bu beraat kararı iki sonuç verdi: Emekli askerlerin kendi meslekleriyle ilgili konularda gece yarısı “Büyük Türk Milleti” diye başlayan açıklamalar yapmalarının suç olmadığı saptanmış oldu; ve Saray’ın bütün yargıçlara söz geçiremediği anlaşıldı.
Kararın “oy çokluğu”yla değil “oy birliği”yle verilmesi yargıçların Cumhurbaşkanı ve Millî Savunma Bakanı’nın görüşlerini reddettikleri, siyasî parti başkanlarının etkisi altında kalmadıkları anlamına gelir ve umut veren bir kazanımdır.
Kararın mürekkebi kurumadan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın beraat kararına Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’nde itiraz edeceğini açıklaması şaşırtıcı değildir.
Amirallerin açıklaması, siyasî parti başkanlarının konumlarını ve niyetlerini; bütün politik aktörlerin ve medya unsurlarının karakterlerini, kişiliklerini; bazılarının da cibiliyetsizliğini ve vicdansızlığını ortaya koyan bir etki yaratarak siyaset tarihimize geçti.
Meral Akşener amirallerin açıklamasını “zevzeklik” olarak tanımladı; Bahçeli, “İbreti alem için 104 emekli amiralin rütbeleri sökülmeli” diyerek yargıya yol gösterdi; Sayın Saray, “Darbecinin emeklisi, muvazzafı olmaaz!” diye sesini yükselterek, “bildiri buram buram darbe kokuyor,” dedi; AKP ve MHP gibi “büyük güçler”le (!) birlikte ülkeyi yönettiğini zanneden Vatansever Doktor Doğu Perinçek, açıklamanın “sinsi bir amacın hizmetinde” olduğunu iddia etti.
N’oldu şimdi? Mahkeme suç unsuru bulamadı, oy birliğiyle beraat kararı verdi.
Amiralleri açıklama yapmaya zorlayan koşullar, Sayın Reis’in Montrö’yü dış politikada pazarlık konusu yapmasıyla (“Daha iyisi için imkân bulana kadar Montrö’ye bağlılığımızı sürdürüyoruz”); Meclis Başkanı’nın Türkiye’yi Lozan’dan da, Montrö’den de çıkarabilecek kudrette bir Cumhurbaşkanlığı makamının var olduğunu iddia etmesiyle oluşmuştu. Amiraller uyarıda bulundular, Montrö’nün önemini vurguladılar. Başına sarık dolayıp, amiral üniformasının üzerine cüppe giyerek tekkeye giden amiralin büyük bir sorunun varlığına işaret ettiğini gösterdiler.
Emir komuta zincirini bozan tarikat ve tekkelerin yuvalandığı ordunun girdiği her savaşta bozguna uğrayacağını Balkan Faciası’ndan (1912-1913) bu yana her askerin iyice öğrenmiş olması gerekir.
Amiraller davası, askeri karar alma süreçlerinin dışında tutmak, siyasî toplumdan soyutlamak, emekli ya da muvazzaf askerin görüşlerini kamuoyuna aktarmasını önlemek için Saray’ın giriştiği bir “emsal oluşturma” çabasının sonucudur ve şimdilik amacına ulaşamamış, aksi tesir yaratmıştır.
Üçüncü dava İmamoğlu davasıdır.
Kendisini beğenirsiniz beğenmezsiniz (ben neden beğenmediğimi, hatta tehlikeli bulduğumu defalarca yazdım) ama neticede İstanbul halkı AKP’nin bütün gayretlerine rağmen iki kez İmamoğlu’nu İstanbul’a belediye başkanı seçti. Şimdi Saray, seçim öncesinde İstanbul’u yeniden ele geçirmek için Başkan’ı görevden almaya çalışıyor ve yargıyı görülmemiş derecede kaba biçimde kullanıyor. Başkan’ın “ahmak davası”nda mahkûm olması yetmemiş olacak ki işi garantiye almak için 500 sayfalık bir terörle iltisak raporuyla Belediye’ye dava açılıyor. Benzer davaların bütün siyasî partilere ve siyasî şahsiyetlere açılabileceğini anlıyoruz.
Bu gelişme genel ve yerel seçimlerin anlamını kaybettiğini, seçim güvenliğinin olmadığını, Saray rejiminin siyaset alanını baskı ve zor yoluyla, yargıyı kullanarak şekillendirmeye çalıştığını göstermektedir.
Saray bütün devlet kurumlarını kendine bağladığı gibi, siyasî partileri de tek adam yönetimine karşı çıkmayan, meydan okumayan, onu denetlemeyen, tam aksine rejimin meşruiyetini kabul ve ona biat eden, Saray’ı güçlendiren unsurlar olarak hizaya sokmak, hatta yeniden tertiplemek istiyor. Ekselansları kendisine bağlı iktidar ve muhalefet partilerinin üzerinde dokunulmaz bir yer beğenmeye çalışıyor.
Her üç dava bütün yönleriyle ele alındığında siyasî İslamcı bir diktatörlüğün eşiğinde olduğumuz hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde görülecektir. Bu diktatörlük sadece Cumhuriyet’in Devrim Kanunları’nı savunmayı suç saymakla kalmayacak, laik ve sosyal bir hukuk devletine dönüşme imkânlarını da ortadan kaldıracak, Türkiye’yi dönüşü olmayan bir yola sokacaktır. En azından istenen budur. Veryansın, 23. 12. 2022