AVRUPA’DA DOLAŞAN HAYALET

Yavuz Alogan

        Ağır kriz koşullarında kitleler merkeze sığınma eğilimi gösterirler. Merkez yoksa ya da dağılmışsa, gündelik taleplerini en yüksek sesle dile getiren, radikal çözümlerle umut aşılayan popülist marjinal hareketlere yönelirler ve bu hareketleri merkeze taşımaya çalışırlar.

        İtalya’da, Fransa’da, neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde aşırı sağcı ya da neo-faşist partilerin şimdilik parlamentolarda kazandıkları fakat yakında sokaklarda da kazanabilecekleri kısmi başarının sebebi budur.

Devletlerin şirketleşmesi, her türlü kamuculuğun piyasa ilişkilerine feda edilmesi, iktidar küreselleşirken siyasetin yerelleşmesi (Bauman), dinî-etnik-cinsel farklılıklar temelinde örgütlenmenin “demokrasi” ve insan hakları olarak merkezden savunulması, güneyden ve doğudan gelen kimliksiz göçmen akınlarının yarattığı yabancılaşma,  orta ve alt-orta  sınıfları vatan-millet-aile gibi geleneksel değerleri savunan partilere yöneltmektedir.  Bütün bu sebeplere, kültürsüzleşmeyi, dijital iletişimin yarattığı belirsizlik ve kaosu, tüketim imkânlarının daralmasını, güvenliğin özgürlüğe tercih edilmesini ve nihayet nükleer ya da konvansiyonel savaş korkusunu ekleyebiliriz.

Neo-faşist hareketler neoliberalizmin kılık değiştirmiş hâli olarak değil, ona alternatif olarak ortaya çıkıyor. Ağır iktisadi kriz koşullarında yükselen sol hareketlerin devrim tehdidi karşısında faşizme razı olacak, 1920’lerdeki 30’lardaki gibi bir burjuvazi günümüzde hiçbir yerde yok. Küreselleşen burjuvazi yerel düzeyde faşizmi desteklemez. Zira iktidardaki faşizm, tabiatı gereği, sermayenin küresel hareketlerini kısıtlayacak, aşırı serbest piyasaya disiplin getirecek, kaynak kullanımını denetleyecektir.  

Neoliberal iktisat politikaları gelir eşitsizliği yarattı, çalışanların kazanılmış haklarını kısıtladı, kamunun elinde olan bütün hizmetleri özelleştirdi. Neo-faşistin popülist söylemi, bu temelde, piyasayı değil devleti yücelterek taraftar topluyor. Liberalin serbest piyasa kapitalizmi ve enternasyonal kozmopolit kültürü ile faşistin devlet denetiminde kapitalizmi ve geleneksel yerel kültürü (vatan-aile-ırk-kilise vs) bağdaşmaz.  

 Avrupa’da faşizm sosyal demokrat ve sosyalist hareketlerin bıraktığı boşluğu biraz gecikerek dolduruyor. Bu hareketlerin iktidarda uyguladıkları programlar başarısızlığa uğradı, muhalefette savundukları programlar ise bazı durumlarda ayırt edilemeyecek ölçüde neoliberalizme yaklaştı.

Mussolini hayranı Meloni’nin seçim kazandığı İtalya’da  Komünist Partisi’nin popüler lideri Enrico Berlinguer’i, komünistlerin Hıristiyan Demokrat Parti’yle kurdukları, adına da “Tarihsel Uzlaşma” dedikleri ittifakı (1970’ler) hatırlayan var mı? İtalyan, İspanyol ve Fransız Komünist Partileri’nin benimsedikleri Avrupa Komünizmi ya da Avrokomünizm akımı, Avrupa sosyalist solunu Sovyet sosyalizmi tartışmalarının, Pekin-Moskova çatışmasının dışına çekerek yaşlı  kıtaya özgü bir sosyalist iktidar programı oluşturmaya çalıştı ve başarısızlığa uğradı. Amaç sosyalist solun o zamana kadar savunduğu bütün şablonların ötesine geçerek ve orta sınıflara açılarak kitle tabanını genişletmekti. Bu hareketler 1980’lerde bir dizi seçim yenilgisiyle marjinalleşti ve giderek sahneyi terk etti.

 Fransa’da sol neredeyse tamamen silindi. Son seçimlerde neo-faşist Le Pen, neoliberal Macron’un kıl payı gerisinde kaldı. Bir sonraki seçimleri kazanacağı neredeyse kesin gibi görünüyor.  Bugün Fransa’da  Mitterand’ın 1981-1995 arasında savunduğu, belli başlı sanayi kuruluşlarını kamulaştırmayı, sendikaları güçlendirmeyi, sosyal yardımları artırmayı öngören reform programını savunan ya da hatırlayan var mı?   Tony Blair’in Üçüncü Yol’u Avrupa sosyal demokrasisinin tabutuna son çiviyi çakarak yüz yıllık sosyal demokrat geleneği neo-liberalizme yükleyip tarihe havale etti.

Bu arada Avrokomünist partilerin dönüşümü tamamlandı. Sovyetler Birliği dağıldığında geleneksel sol derin bir krize girdi ve bir daha çıkamadı. İsimlerini amblemlerini değiştirdiler.  Mesela İtalyan Komünist Partisi adını Demokratik Sol Parti olarak değiştirdi; sonra “Sol”u  atıp  Demokratik Parti oldu. Geleneksel solcu gruplar bütüncül devrim teorilerini ve tarihle uğraşmayı bırakarak ekolojiyle; azınlık, göçmen, eşcinsel haklarıyla ilgilenmeye başladılar.

Başarısızlığın ve güç kaybının ardından melez sol hareketler geldi. Her türlü solcu grubun (programatik ve teorik ayrıntılarda, tarih yorumunda, ideolojik tutumda ayrışan) içinde yer aldığı, aynı zamanda çevreci ve feminist hareketler ortaya çıktı. Bunlar kendilerini geleneksel sosyalist partilerin disiplinli kadro hareketlerine alternatif kitle hareketleri olarak gördüler. Fakat ortaya tutarlı ve gerçekçi bir ekonomi programı, en genelde yeni bir toplum tasarımı koyamadılar. Savundukları özgürlükleri tanımlayamadılar, sınırlarını belirleyemediler.

Bu radikal karma hareketlerin gelişini ve gidişini Yunanistan’daki Syriza (Radikal Sol Koalisyon-İlerici İttifak) deneyimiyle modellemek mümkün. Politik grevler ve muazzam kitle hareketlerinin eşliğinde iktidara gelen Çipras   ülke ekonomisi iflas ettiğinde emeğiyle geçinenleri kollayan kamucu bir iktisat programıyla, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerini müzakere masasına davet etti. Avrupa ülkelerinin karar merkezi bu Keynesçi “asgari” programı reddetti. Nakit akışını yeniden sağlamak için Yunan hükümetine bir dizi koşul dayattılar. Koşullar referanduma sunuldu ve % 61 oyla reddedildi. O sırada Avrupa’da “Grexit”ten söz ediliyordu. Fakat Çipras havlu attı. Günümüzde çağdaş bir Spartaküs’e yer olmadığı anlaşıldı.  Ya halkı ayaklandırıp devrim yapmayı deneyecekti ya da Avrupa’nın finans merkezlerine teslim olacaktı.

İkincisini seçti.  AB Komisyonu ve IMF’nin alternatif programını uygulayarak halkı kemer sıkmaya zorladığında, yenilikçi ve devrimci havasıyla birlikte kendi kitlesinin güvenini de  kaybetti. Syriza hızla dağıldı.reketi hızla dağıldı.Ha Bereket yerini Altın Şafak Hareketi’ne  değil de Miçotakis sülalesinin veliahtına bıraktı. O da AB’yi dengelemek için ülkesini Amerikan ordusuna işgal ettirdi. Fransa’dan alınan Rafale savaş uçaklarını Ortodoks Metropolit’in Başbakan’ın huzurunda takdis ve kutsal suyla vaftiz ettiği sahne hayret verici ve çok manidardı.

Özetle tekil toplumları ve birlik ülkelerini bir arada tutması gereken siyasî merkez dağılırken aşırı sağ ve   neo-faşist hareketler başarısız sosyalist solun ve sosyal demokrasinin bıraktığı boşluğu doldurdular. Neoliberalizmin yarattığı öfkeyi örgütleyen,  herkesin anlayabileceği basit ve açık bir programla kitlelerin önüne çıkan kişi, Mussolini sempatizanı değil Mussolini’nin kendisi bile olsa, nüfusun önemli bir bölümü onun peşinden gidecektir. Siyasî merkez oluşmadıkça ya da  sol kendisini yeniden tanımlayarak örgütlü bir güç olarak ortaya çıkmadıkça, faşizm hayaleti Avrupa ülkelerine uğramaya ve bazılarına yerleşmeye devam edecektir. Faşizm ister “neo” ister geleneksel olsun, ırkçı saldırılar, sınır çatışmaları ve savaş demektir.  Veryansın, 30. 09. 2022   

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *