Yavuz Alogan
Sovyet tankları 20 Ağustos 1968 günü Çekoslovakya’ya girdi. Dubçek’in, daha sonra bizde Mehmet Ali Aybar’ın savunacağı “güler yüzlü sosyalizm” deneyi ezildi; kurulma aşamasındaki siyasî partiler engellendi, sansür yenilendi.
Daha önce Sovyet tankları Budapeşte’ye girmiş (10 Kasım 1956), genel grevle desteklenen silahlı halk ayaklanmasını ezmiş, Varşova Paktı’ndan çıkmak isteyen İmre Nagy’i devirmiş, Yanoş Kadar’ı getirmişti.
Moskova, Varşova’ya tank göndermedi. Dayanışma (Solidarnosc) sendikasının genel grevini ve halk ayaklanmasını bastırmak için General Jaruzelskiy’e darbe yaptırdı (13 Aralık 1981). 2007’de General, La Republicca gazetesine demeç vererek, darbeyi “kâbus” olarak tanımlayacak ve Polonya halkından özür dileyecekti.
Bu olaylar doğu Avrupa halklarının belleğinde derin izler bıraktı, kalıcı bir Rus nefreti yarattı. Her üç olayda da sıradan insanlar tıpkı bugünkü Ukrayna’nın Herson kenti ahalisi gibi sokaklara çıkıp “Svoboda!” (Hürriyet) diye bağırdılar.
Doğu Bloku’ndaki halk ayaklanmaları sistemin iç çelişkilerinden doğdu, CIA vs tarafından örgütlenmedi. Voice of America (radyosu), Batı basını, hatta Papa Hazretleri (Polonyalı II. Paulus) tarafından doğal olarak desteklendi.
Özellikle Çekoslovakya’nın işgali kalıcı sonuçlar doğurdu. Bu olayla birlikte Sovyetler Birliği’nin askerî güç ve coğrafî bakımdan avantajlı olduğu, nükleer çatışmaya başvurmadan da Batı Avrupa’ya doğru genişleyebileceği görüldü. Topyekûn Mukabele’nin yol açabileceği otomatik karşılıklı imha (MAD) olasılığından kaçınmak için Harmel Raporu (1967) temelinde geliştirilen “esnek mukabele” doktrininin de Avrupa için yetersiz kaldığı anlaşılmıştı. SSCB âni bir hamleyle Avrupa’yı istila edip kıtalararası balistik füzelerini çalıştırırsa ABD ne yapacaktı?
Uzlaşmak zorunda kaldılar. “Detant” (karşılıklı yumuşama) başladı.
Stalin çoktan ölmüş (1953), 20. Kongre’de (1956) yaptığı Gizli Konuşma’yla sistemin vidalarını gevşeten ve Küba Krizi’nde (1962) barışçı tutum alan Hruşev bir Kremlin darbesiyle (1964) devrilmiş, Stalinist Suslov’u ciddiye alan olmamış; ve nihayet, otomobil koleksiyonu meraklısı konformist Brejnev’le birlikte SSCB “uzun kış uykusu”na dalmış, bürokrasi Milovan Cilas’ın deyimiyle “nomenklatura”ya (yeni sınıf/bugünkü oligarşinin babası) dönüşmüştü.
Neyse, uzatmayalım…
Neticede, Nixon ile Brejnev masaya oturup bir anlaşma yapmak zorunda kaldılar (29 Mayıs 1972). Buna göre ABD ile SSCB arasındaki ideolojik ve toplumsal sistem farkı bundan sonra eşitlik, egemenlik, içişlerine karışmama ve karşılıklı fayda temelinde normal ilişkilere dönüştürülecekti.
Birincisi 1968’de imzaya açılan (NPT) pek çok (SALT I-II, START vs) nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasından ayrı olarak siyasî uzlaşmaya; Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na (1973) ve nihayet “detant” sürecini kurallara bağlayan Helsinki Nihai Senedi’ne (1975) giden yol böylece açılmış oldu.
Şu anda bunların hiçbiri geçerli değil.
Fakat aynı uzlaşma yolunun günümüzde de izleneceğini gösteren belirtiler var (Zaharova: “Hedefimiz Ukrayna’yı işgal etmeyi, hükümeti devirmeyi içermiyor). Tarafların uzlaşma istekleri değil, nükleer silahlar karşısındaki çaresizlikleri ABD-NATO ile Rusya arasında yeni bir uzlaşmaya ve nükleer silahları karşılıklı olarak denetleme anlaşmasına yol açabilir.
Nükleer reaktörleri ve CIA’nın biyolojik savaş fabrikalarını ele geçirerek kendi güvenliğini sağlayan Rusya’nın, Donetsk-Luhansk-Mariupol-Harkov-Kırım’ı bir şekilde elde tutması ya da ilhak etmesi, Ukrayna’nın geri kalanında Finlandiya modeline uygun silahsız ve bağlantısız bir tampon devletin bırakılması yegâne çözümdür. Muhtemelen Rusya nükleer tehdidi kullanarak Batı’yı buna razı etmeye çalışıyor.
Bu türden bir uzlaşmanın alternatifi, Doğu Avrupa, Baltık bölgesi, Kore Yarımadası, Tayvan ve giderek bütün kıtaları kaplayan ve taktik düzeyde başlayarak kıtalararası nükleer savaş felaketine yol açacak topyekûn bir dünya savaşıdır. Geri zekâlı CIA’nın İdlib, Peşaver ve Afganistan’daki vahşileri Ukrayna’ya sevk etmesi -bu yönde haberler var- Ukraynalı faşistleri iyice şımartarak daha fazla silahlandırması, Ukrayna hava sahasına müdahale etmesi gibi gelişmeler, savaşı Doğu Avrupa’ya ve Baltık bölgesine doğru genişletecektir.
Bugünkü savaşta faşizme ve emperyalizme karşı demokrasi ve sosyalizm mücadelesi gibi bir şey görmek nostaljik bir yanılsamadan başka bir şey değildir. “Rusya NATO’yu ayağının altına alıp çiğnese de yüreğimiz soğusa” duygusunu paylaşıyoruz elbette, fakat bunun bir geçerliliği, gerçekliği yok. Amerikan Conisi’nin Irak’ta ve Afganistan’da yüz binlerce insanı katletmesi, Rusların NATO ülkelerinde aynı şekilde katliam yapmasını herhalde haklı çıkarmaz. İki gücün ikisi de kötüdür; sömürü ve savaş dışında insanlığa katabilecekleri bir değer kalmamıştır; kendi halkları da bunun farkındadır.
Bugünün dünyasında tek sistem (küresel kapitalizm) ve ticaret yolları ile enerji kaynakları ve enerji nakil yolları için rekabet eden üç kutup (ABD-Rusya-Çin) arasında emperyalist bir paylaşım mücadelesi sürmektedir. Biraz itiştikten sonra fazla uzatmadan masaya oturup, Yalta’daki gibi paylaşmalarını ya da Brejnev-Nixon gibi masaya oturup anlaşmalarını ve nükleer silahlarını evreler hâlinde söküp toprağa gömmelerini ancak temenni edebiliriz. Aksini yaparlarsa insanlığı yok oluşa sürükleyecekler.
Temenni etmenin dışında, günümüzde savaşı durduracak ve onu besleyen vahşi neoliberal kapitalizmi dizginleyecek olan tek şey, tekil ülke halklarının eşitlik, özgürlük, sosyal refah ve nükleer silahlardan arınmış dünya için verecekleri örgütlü kitlesel mücadelelerdir. Batılı ve doğulu devlet başkanlarının ve orduların bu mücadelelere olumlu katkısı olmaz. Hakikat ile palavrayı ayırmak, propagandanın ardındaki soğuk jeostratejik mantığı ve her iki taraftaki kapitalistlerin kâr hırsını görmek gerekir.
Ukrayna’da orak çekiçli bayrak taşıyan zırhlı araç bizi heyecanlandırabilir. Sözlerine Stalin’in katkıda bulunduğu, Şostakoviç’in bestelediği Sovyet millî marşı Luhansk’ta topluca söylendiğinde ben bile “bituhaf” oldum. Ancak bu sembollerin Çekya, Slovakya, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Baltık ve Ukrayna’da yaşayan normal insanlarda hortlak görmüş gibi dehşet uyandırdığını da unutmayalım.
Çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Tarihin değirmeni yavaş döner fakat ince öğütür. İnsan algısı ve bilinci olayları hep geriden izler.
Meraklısına bir not:
Hangi ülkenin klasik emperyalizm tanımına uyduğunu göstermek için Lenin’in 106 sene önce, 1916’da yazdığı “Emperyalizm” kitabından alıntı yapanlar, dünya savaşında devrimci tutumu anlamak için Zimmervald (1915) Konferansı’nda yaşanan bölünmeyi ve Kiental Konferansı’nın (1916) “Yıkıma ve Ölüme Sürüklenen İnsanlara” başlıklı manifestosunu bir kez daha okumalıdırlar. Veryansın,11. 03. 2022