
Yavuz Alogan
Ben lise öğrencisiyken bir dönem tarih öğretmenimiz olan Enver Behnan Şapolyo (1900-1972) İstiklâl Harbi’nin canlı tanığıydı. Emin Oktay’ın müfredata uygun tarih kitabına bağlı kalmadan hatıralarını anlatırdı. Gazeteci ve tarihçiydi. Almanya’da tahsil görürken Mütareke zamanı İstanbul’a dönmüş, sonra Ankara’ya geçerek Millî Mücadele’ye katılmıştı. Önce cephane taşıyan Kağnı Kolları’nda kumandan olmuş, daha sonra Kanlı Bayrak Kuvâyı Milliye Müfrezesi’nde savaşmıştı. Lacivert takım elbiseli, ince uzun, beyaz saçları biraz dağınık, zarif bir şahsiyet olarak hatırlıyorum kendisini.
“Kızılcagün” sözünü ilk kez ondan duydum. “Kızılca” sözcüğü hoşuma gittiği için aklımda kalmış olmalı. Zira o sırada Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) mitinglerine gitmeye başlamıştım. Sosyalist Gençlik Örgütü’nün (SGÖ) başkanı Nihat Akseymen (1945-2001) Karanfil Sokak’taki bir kıraathanede “kolej bebeleri”ni örgütlemeye çalışıyordu. Sokaklarda küçük gruplar halinde dolaşan gençler Jusmmat’ın sivil dolaşan ve sıkça görülen Amerikalı askerlerini çevirip dövüyor, arabalarını, binalarını taşlıyordu.
1965-1972 döneminde Devrimci gençlik örgütlerinin, genelde solcu sendikaların ve meslek kuruluşlarının Millî Mücadele ve Mustafa Kemal’le sorunları yoktu. Tam aksine! Sosyalistlerin hâkim olduğu üniversite kantinlerinde mutlaka Mustafa Kemal’in bir duvar resmi, altında da genellikle “Bağımsızlık Benim Karakterimdir” yazısı olurdu. Yürüyüşlerde, çatışmalarda “Atatürk geliyor!” ve “Devrimciler el ele, millî cephede!” diye slogan atıldığını hatırlıyorum.
1966’da bir yobaz İzmir’de Atatürk heykeline saldırdığında devrimci gençler İzmir, Ankara ve İstanbul’da “Atatürk’e bağlılık nöbeti” başlattılar. Ankara’da ilk heykel nöbetini SBF Fikir Kulübü Başkanı Mahir Çayan tuttu. Yapılan açıklamada “Kuvvetini Atatürk devrimlerinden alan bir gençlik örgütü olarak biz, SBF Fikir Kulübü, tüm bu yurtsevmez hareketin karşısında sonuna dek direneceğiz ve Ata’nın büstüne kadar uzanmaya cüret eden ellerinizi kıracağız,” denildi.
Devrimci Öğrenci Birliği’nin (DÖB) önderliğinde 30 Ekim-10 Kasım 1968’de Samsun’dan Ankara’ya, Anıtkabir’de sonlanan “Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenlendi mesela. Konvoyun önünde Deniz Gezmiş yürüyordu.
14 Mart 1970’de Dev-Genç önderliğinde düzenlenen “Bağımsızlık Haftası”nda Ulus’taki eski TBMM binası işgal edildi. Şöyle denildi: “Biz, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçilerinin egemenliğinde bir gerici politik düzeni değil, işçi-köylü-asker ve gençliğiyle tüm ulusumuzu temsil eden devrimci ve demokratik bir politik düzeni özlüyoruz. Yaşasın Mustafa Kemal’in millî, onurlu parlamentosu!”
Yine 10 Kasım 1970 günü Dev-Genç önderliğinde, devrimci sendika ve meslek örgütlerinin katılımıyla “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenlendi. Anıtkabir’in avlusunda İstiklâl Marşı okundu, miting yapıldı, Bağımsızlık Andı topluca okundu, İstasyon Caddesi’nden eski TBMM binasına yüründü, bu arada CENTO binasının önündeki ABD bayrağı indirilip yakıldı, daha sonra DTCF’de “Mustafa Kemal Forumu” düzenlendi.
İdeolojik kargaşa 1974’te başladı.
12 Mart’ın etkisiyle teoride özgüven kaybolmuştu. Sosyalist sol Moskova, Pekin ve Tiran’ın birbirine ters düşen dış politikalarını, o zaman bile var olmayan bir “enternasyonalizm” adına teori diye benimsedi. 1965-1972 döneminin özgün teori üretme çabası, yaratıcı kitlesel eylem anlayışıyla birlikte terk edildi. Kafasını reel sosyalist bir merkeze bağlamayanlara “orta yolcu” deniyordu.
1974’te başlayan kargaşa 1980 kırılmasından sonra yılgınlığa, 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başlarında ise inkâra dönüştü. Birkaç istisnayla sosyalist solun neredeyse tamamı sürekli ya da dönemsel olarak PKK’nin etkisinde kaldı, solcu gibi duran entel dantel liboşlar Batı’da üretilen kısa ömürlü teoriler temelinde gericiliğin ve bölücülüğün saflarını güçlendirdiler. AKP’yle birlikte “ikinci cumhuriyet” kuracaklarını sanıyorlardı.
Şimdi uyanma vaktidir.
AKP’nin demokrasi getirmeyeceği, sosyalizmin hiçbir çeşidiyle alakası olmayan PKK’nin Yankee emperyalizminin bölgesel taşeronluğunu yapan bir şebeke, onun uzantısı DEM’in ise ilkesiz ve fırsatçı bir örgüt olduğu, hep birlikte BOP’a hizmet ederek üniter ulus-devleti etnik temelde bölmeyi, Türk milletinin egemenliğine son vermeyi, milleti anasır-ı İslâm’dan müteşekkil bir ümmet olarak tanımlamayı amaçladıkları anlaşıldı. Herkes her şeyi gördü ve anladı, mazeret kalmadı.
Bugünün şartlarında solcusuyla sağcısıyla Millî Mücadele çizgisinde birleşmek zorunludur.
Yalçın Küçük’ün “Kemalizm bizi ileriye götürmez, biz Kemalizm’den geriye düşmeyiz” sözünü, mevcut koşullarda Kemalizm bizi Cumhur İttifakı’nın, her türlü gericiliğin ve bölücülüğün çok ilerisine götürür güncellemesiyle benimsemek gerekir.
Elbette solun tarihinde bazı yaklaşımlar reddedilmeli, bazıları güncellenmelidir. Lakin teorik inşayı tamamlamak için tarihin akışını bekletme imkânı yok. Dar zamanlarda yaşıyoruz. 2026’nın sevgili vatanımız için kader yılı olacağını gösteren belirtiler her geçen gün artıyor.
Neyse, uzatmayalım…
Yeniden Kızılcagün’e dönecek olursak, Enver Behnan Şapolyo, günümüzde ancak sahaflarda bulabileceğiniz “Atatürk ve Seymen Alayı” (Ankara Kulübü Yayınları, 2002) başlıklı kitabında, Devlet’in ve milletin buhran yaşadığı, “Kızılcagün” denilen zamanlarda Seymen Alayı tertiplenerek bir kurtarıcı lider seçmenin kadim bir Türk töresi olduğunu anlatır. Kızılcagün’de Devlet yeniden kurulur.
27 Aralık 1919 Cumartesi günü “700 yaya Seymen ve 300 atlı Zeybek kıyafetinde Seymen,” arkasına Ahileri (esnaf), dervişleri, Yörükleri, gönüllü askerleri, çevre köylerden gelen Ankaralıları toplayarak Namazgâh tepesinden (günümüzde Etnografya Müzesi ve Atatürk heykelinin bulunduğu, bir kısmı otopark olan yer) düze inmiş ve Sivas Kongresi’nden (4-11 Eylül 1919) dönen Mustafa Kemal Paşa’yı karşılamıştır. O gün Emperyalizme ve Saltanat’a karşı devrimci mücadelenin başladığı Kızılcagün’dür.
Seymen Alayı yürüyüşlerinin uzun bir aradan sonra, Atatürk hayattayken, 27 Aralık 1932’de başladığını öğreniyoruz. Bu tarihi geleneği Saray iktidarı 2010 yılında bir Ankara Valiliği genelgesiyle yasakladı. Genelgeyi okuduğumuzda, siyasî iktidarın Kızılcagün’ü millî bir gün olarak kabul etmediğini, önemsemediğini anlıyoruz. Seymen Alayı trafiği tıkıyor ve halkı mağdur ediyormuş.
Fakat yasaktan on yıl sonra, 27 Aralık 2020 günü, Ankaralı esnaf ve sanayicilerin katkısı ve Büyük Şehir Belediyesi’nin inisiyatifiyle Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya ayak bastığı yerde, şimdiki Genel Kurmay kavşağında, bir Kızılcagün Anıtı yükseldi. Mimar Aslan Başpınar’ın eseri olan, Mustafa Kemal’in yanı sıra Heyeti Temsiliye’yi, Seymenleri ve Ankara ahalisini tasvir eden, 10 m. yüksekliğindeki bu anıt çok önemlidir. Her ne olursa olsun, halkın derin tarih belleğini ve istiklâl bilincini yok etmenin imkânsız olduğunu kanıtlamıştır. Aslında her 27 Aralık’ta Anıtkabir’den sonra bu anıtı ziyaret etmek gerekir.
27 Aralık 2025 günü, yüz altı yıl önceki gibi Cumartesi’ye rastlıyor. Sevgili vatanımızın bugün içinde bulunduğu koşullar “Kızılcagün” tanımına uyuyor. Cumartesi günü millet tanımını değiştirmeyi, bölücülüğü meşrulaştırmayı amaçlayan Cumhur İttifakı’nın partisiz, rozetsiz, pankartsız olarak sessizce protesto edileceği bir Kızılcagün’dür.
Önümüzdeki Cumartesi günü, Devlet’in ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan her bir yurttaşın, ister sağcı ister solcu olsun, hangi partiye derneğe, meslek kuruluşuna mensup olursa olsun Cumhuriyet ilkelerinde, laiklik dâhil Devrim Kanunları’nda, Atatürk’te birleşeceği, bu amaçla Anıtkabir’de bir araya geleceği bir mücadele ve dayanışma günü, kutlu bir başlangıç olsun. Veryansın, 21. 12. 2025

