
Yavuz Alogan
Ahlak, normatiftir. Normlara dayanır. Kurallarla bireyin davranışını belirler. İnsan neyin iyi, doğru, uygun olduğunu anlamak için bu kuralları, yanı sıra âdetleri, yazılı olmayan ilkeler bütününü kerteriz olarak alır, hayat yolculuğunda yönünü buna göre belirler.
Ama her şeyden önce normların olması gerekir. Toplumun kural olarak benimsediği, ilke olarak yerleşmiş duruma norm denir. Her bir norm, kural gücüne ve değerine sahiptir. Kuralları bilinçli olarak, düşünüp taşınarak seçmeyiz, onların içine doğarız, onları ailemizden, okulumuzdan, mensup olduğumuz toplumsal sınıftan, yaptığımız işten ediniriz.
Normlar işlevini kaybettiğinde, Émile Durkheim’ın 128 yıl önce türettiği bir kavramla “anomi” başlar. Anomik toplumda normlar bozulur, sıradan insan ülkesinin tarihinden ve içine doğduğu toplumun kültüründen gelen ortak değerleri kaybeder, ayrışan değerler üzerinden başkalarıyla çatışmaya başlar. Toplumsal sınıflar toplumun içindeki yerlerini ve sınırlarını karşılıklı olarak görme yeteneğini gerçeklik duygusuyla birlikte kaybettikçe bireyin özbilinci sakatlanır ve varoluşu anlamsızlaşır.
Toplumun üst kesiminde masonik ya da mafyatik bağları olan menfaat grupları, en alt kesiminde ise suç şebekeleri oluşmaya başlar. Birey, kaybettiği ya da artık kendisine değmeyen toplumsal değerleri unutarak mensup olduğu grubun genel ahlaka ters düşen değerlerini benimser, böylece sahte bir özbilinç edinir, varoluşuna yeni bir anlam kazandırır. Üst kesim artık yağmacı ve hedonist (hazcı), en alt kesim ise yoksul, öfkeli ve suçludur.
Parayı ve şöhreti bulanın kokaine ve sekse gömülmesi anlaşılabilir. Kendisini ilgilendirir. Fakat kişi özel hayatındaki rezilliğe rağmen toplumun önüne yıllarca rol modeli, hatta kanaat önderi, örnek insan olarak çıkarılmışsa, ortada normlarla ilgili büyük bir ahlaki sorun var demektir. Artık hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Herkes ikili yaşamaktadır, görünen her şeyin farklı bir arka yüzü vardır. Bu kanaatler zamanla yerleşir, yaygınlaşır.
Devlet’in içinde vuruşan, birbirinin servetine çökmeye, siyaseten birbirini imha etmeye çalışan grupların karşılıklı olarak birbirinin pisliğini eşelemeye, açığa çıkarmaya ve kullanmaya başladığı yerde sıradan yurttaş aradığı huzuru ancak isyanda bulabilir. Ya benzerleriyle birleşerek isyan eder ya da yozlaşmanın bir parçası olarak kendi başının çaresine bakar.
İçinde çocukların cinsel tacize uğradığı Meclis’in “yüce” sıfatını kim takar! Çocuklara tecavüz edilip cesetlerinin kör dere yataklarına atıldığı, her gün kadınların katledildiği bir yerde adaletten, güvenlikten söz edene kim inanır?
“Anomi” iç savaş öncesi toplumların en belirgin özelliğidir. Toplumu bir arada tutan değerler normlarla birlikte silinmeye yüz tutmuştur. Toplumun ortak değerlerini artık önemsemeyen, toplumsal bir sınıfın ortak çıkarlarıyla, sınıf bilinciyle, hatta yurttaş olarak sahip olduğu ulusal kimlikle bile tanımlanamayan insanlar, giderek ayrışan, birbiriyle çatışan, benzerleriyle asgari müştereklerde birleşerek genişleyen gruplar hâlinde tertiplenmeye başlar. İç savaşın cephesi artık her yerdedir. İç savaşın kesin bir başlangıç tarihi yoktur, sürtüşmeler ve ayrışmalardan oluşan uzun bir süreç içinde olgunlaşır ve birden patlar.
Türkiye’deki vahim anominin sebebi ve sorumlusu siyasî İslâm’dır.
Din, tekil müminin vicdanından uzaklaşarak siyasî ideolojiye dönüştüğü, bütün bir siyasî toplum tarafından politik bir araç, kaldıraç gibi kullanıldığı vakit dünyevileşir, siyasî ihtirasların emrine girer, birleştirici olma vasfını ve ahlaki niteliğini kaybeder. Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma ihtirası ya da mecburiyeti ve hükmetmek için gerekli olan servete duyulan şehvetli tutku İslâm’ın sıradan yurttaş nezdinde muteber olan ahlakını tüketmiştir. Sıradan mümin sistemin işleyişine baktıkça kendi dinine yabancılaşmaktadır.
Yüz yıl önce sosyolog Max Weber her dinin kendi mensuplarına dayattığı, kabul ettirdiği davranış biçimlerinden oluşan ayrı bir dünya görüşü ve hayat tarzı yarattığını, özellikle Protestanlığın bir iktisadi ahlak anlayışı oluşturduğunu söylemiş, ekonomi geliştikçe, toplumsal işbirliği arttıkça, sosyal ağlar genişledikçe dinî etkilerin zayıflayacağını öne sürmüştür.
Karl Marx ise neredeyse 200 yıl önce dinin olumlu özellikler taşıyan bir yanılsama, acı çeken insanın tesellisi, halkı uyuşturan bir afyon olduğunu söylemiştir. Ona göre din ezilen varlığın “iç çekişi/inleyişi,” taş yürekli dünyanın vicdanı, “ruhsuz maddi koşulların ruhu”dur. Bu “yanılsama” yok edilemez, ona yol açan maddi koşulların değişmesi gerekir.
Filozoflar mezarlarından başlarını kaldırıp dinin kapitalizmin maddi koşullarıyla bütünleşerek dünyevileştiğini, Evanjelizm’den siyasî İslam’a kadar küresel çapta ideolojik bir siyasî aygıta, hegemonik bir güce dönüştüğünü görselerdi çok şaşırırlardı.
Türkiye’ye, sevgili vatanımıza dönecek olursak, seçmen tabanı yıllarca yüzde 7-8’i aşamayan bir tarikat-cemaat siyaseti emperyalizmin jeostratejik ihtiyaçlarına dönemsel olarak uygun düştüğü için büyük bir destekle iktidara getirilmiş, Anayasal olarak laik, toplumsal olarak seküler Cumhuriyet’in bütün normlarını, değerlerini değiştirmeye teşebbüs ederek halkı uzlaşmaz ideolojik çelişkilerle bölmüştür. Zayıflattığı kültürün, parçaladığı normların, millî değerlerin yerine yenisini, bunların dinî versiyonlarını koyamamış, inkâr ve imha etmeye çalıştığı Devrim Kanunları’nın ve Cumhuriyet değerlerinin yerine kendi kanunlarını ve değerlerini kabul ettirememiş, tam bir yozlaşma içinde ülkenin bütün kurumlarını, eğitim, sağlık, güvenlik sistemlerini liyakatsiz kadrolarıyla battal etmiş, işlemez hâle getirmiş, hayatın her alanında ilerlemenin yolunu tıkamıştır.
Bizim vatan kabul ettiğimiz yere onlar darül harp dediler fakat onu darül İslam’a dönüştürmeyi beceremeyecekleri anlaşıldı. Binayı yıktılar ama temellerini sökemediler.
Mevcut rejimin Cumhuriyet’in Türk kimliğini Arap ve Kürt milliyetiyle sulandırma, milleti ümmete dönüştürme çabasında başarısız olacağı fakat iktidarda kaldığı sürece II. Meşrutiyet’ten bu yana süren uluslaşma, modernleşme çabasını battal ederek, tarihten süzülüp gelen bütün yerleşik kavramları yozlaştırmaya, anlaşılmaz hâle getirmeye devam edeceği apaçık bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır.
Tek çözüm Devlet’in siyasî İslâm’dan, tarikat ve cemaat unsurlarından arındırılarak yeniden inşa edilmesi, dinin siyasî bir araç olmaktan çıkarılarak bireyin vicdanına iade edilmesi ve en önemlisi bir Kurucu Meclis eliyle Toplum Sözleşmesi’nin yenilenmesidir. Bu düşük ahlaki seviyeden çıkıp vasatı tutturmak için bile hayatın her alanında, Mustafa Kemal’in kullandığı ifadeyle, “arasız devrimler” gerekir. Veryansın, 14. 12. 2025

