
Yavuz Alogan
Genel seçim ve referandumla kurulan demokratik görünümlü bir rejimden kusursuz bir diktatörlüğe geçiş için gerekli şartlar nelerdir?
Soruyu biraz daraltırsak: Veraset esasına dayanan bir hanedanın (kan bağı olması gerekmez) vesayet rejimi altında çok partili bir siyasî yapının kurulması için gerekli şartlar nelerdir?
Soruyu biraz daha daraltırsak: Mevcut Saray rejiminin siyasî muhalefeti “dizayn” ederek, meşruti olmakla birlikte parlamentonun Saray’ı değil de Saray’ın parlamentoyu denetlediği, milletin ümmet olarak tanımlandığı çok etnili bir “anasır-ı İslâm” monarşisi kurabilmesi için gerekli şartlar nelerdir?
Bu ağır soruları güncel olayları da dikkate alarak değerlendirelim.
Birinci ve en önemli gerekli şart, genelde halkın özelde hâkim sınıfların, daha iyi bir gelecek, refah ve servet artışı beklentisiyle bu rejim değişikliğini arzulamasıdır. Ansızın patlak veren geçim sıkıntısı ve hızlı yoksullaşma nedeniyle ağır bir şok yaşayan halkın, evi basılarak gözaltına alındıktan sonra adlî kontrol şartıyla serbest bırakılan en büyük burjuvanın, Saray’a haraç ödeyerek aşırı zenginleşen, koyacak yer bulamadığı servetini ülke dışına kaçırmaya başlayan lümpen burjuvazinin yirmi yıldır evreler hâlinde hâkimiyetini artıran Saray rejiminin mutlak diktatörlüğüne ihtiyaç duyması, ona destek vermesi, hatta ilgi duyması bile düşünülemez.
Dolayısıyla Saray’ın seçmen tabanı daraldı, sınıfsal desteği zayıfladı.
İkinci gerekli şart, Saray’ın elinde bulunan partinin kadrolarıyla ilgilidir. Mevcut kadroların iktidar açlığı, servet susuzluğu içinde cevval bir tutumla yeni diktatörlük için ajitasyon ve propaganda yapması, bunun için de kuvvetli bir motivasyona sahip olması gerekir. Böyle bir motivasyon yok!
Paraya boğulmuş, servetle işbâ olmuş (doygunlaşmış), kendisini Devlet’in efendisi zanneden, tahsil terbiye ve görgüden yana fakir fakat hâlinden memnun parti kadrolarının, Reis’in bütün gayretlerine rağmen yeni bir mücadele için ayağa kalkıp ileri atılması neredeyse imkânsız. Ufukta şu anda istifade ettiklerinden daha büyük bir ödül yok. En kıytırık ilçe başkanı bile şu yirmi yıl içinde zenginleşmiş (AKP’nin Ankara BB adayının 600 dairesi vardı!). Rehavete gömülmüş kadrolar en azından mevcut durumun devamını isterler, Reis devrilmesin diye uğraşmazlar, parti içinde ya da dışında kendilerine güvence verecek bir alternatif iktidar odağı gördükleri anda saf değiştirirler.
Dolayısıyla Saray partisinin kadroları Reis’in etrafında bir falanks, yani omuzdaşlardan oluşan sağlam bir birlik oluşturamayacak kadar gevşedi.
Üçüncü gerekli şart biraz netameli ve belirsiz. Bu şart Devlet’in baskı aygıtlarıyla, yani yargı ve orduyla ilgili. Bu iki kuvvet üzerinde tam bir ideolojik (ideolojik!) hâkimiyet kurmadan kusursuz bir diktatörlük olmaz. Nitekim, Nazilerin hukuk şefi Dr. Hans Frank yargıçlara sadakat yemini ettirdikten sonra, onlara şöyle demiştir: “Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: Benim yerimde Führer olsaydı nasıl karar verirdi?” (W. Shirer, 1970, s. 426). İşte Saray’a gereken budur!
Fakat bunu sağlamak çok zordur. 1840’lardan beri anayasa tartışan, milyonlarca içtihat, usul, kural geliştirmiş geleneksel ve geniş bir yargı camiasını ideolojik kalıba döküp Reis’e biat ettirmek neredeyse imkânsız. 2017’den beri yargının kıvrandığı görülüyor. Birinin tutukladığını diğeri serbest bırakıyor, serbest bırakan sorgulanıyor, sürgüne gönderiliyor. Saray giderek daralan bir yargıç grubuyla çalışmak zorunda kalıyor. Özgür Özel’in deyimiyle “seyyar giyotin,” yargıçların içinden seçilerek görevlendiriliyor. Bu senaryoda Mehmet Uçum, Dr. Hans Frank rolünü oynuyor fakat “Nasyonal Sosyalist ideolojinin karşısında hukukun bağımsızlığı yoktur” (agy) gibi bir şey diyemiyor ve diyemeyecek.
Neyse, uzatmayalım…
Orduya gelince, FETÖ’ye yaptırılan tasfiyelerin ardından Saray büyük bir gayretle askeriye üzerinde yoğunlaştı, emir-komuta sistemini Başkomutan sıfatıyla şahsına bağladı, bütün subayların sicil amiri olarak her kademeye müdahale etti, askerî okullara öğrenci alımını denetledi … fakat asla emin olamadı. Emin olamadığı için sürekli deneme/yanılma yoluyla durumu anlamaya, Türk Ordusu’nu geri dönüşü olmayan bir yola, siyasetin içine sokmaya, partisine bağlamaya çalışıyor fakat bu yönde ne kadar başarılı olduğunu bilemiyor, merak ediyor. Yaklaşan büyük dönüşüm sırasında askeri yanında görmek, sadakatinden emin olmak istiyor. Nihai hedefleri bakımından buna mecbur.
2023 yılında zamanın Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar, üç kuvvet komutanının Kılıçdaroğlu’na dava açmasını istedi. Komutanlar teklifi reddettiler. Ve şimdi bizzat Sayın Reis kuvvet komutanlarını Özgür Özel’e dava açmaya zorluyor. CHP Genel Başkanı’nı “Başkomutan olarak sana sesleniyorum, ayağını denk al” gibi grotesk ifadelerle fırçalıyor ve şöyle diyor: “Gereği neyse, ben de komuta kademesini toplayacağım, bunlara davayı açacağız.”
Kuvvet Komutanları dava açacaklar mı? Açarlarsa, Saray, askerin üzerinde ideolojik ve siyasî hakimiyet yönünde büyük bir adım atmış, onu biraz daha bağlamış olacak. Teğmenler olayında bu adımı attı ve başarılı oldu. Komuta kademesi bir iki fireyle Reis’i mahcup etmeyerek teğmenleri ordudan ihraç etti.
Bu alanda temel sorunun Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Halaskâr Zabitan” (kurtarıcı subaylar) geleneğiyle ilgili olduğunu anlıyoruz. Osmanlı’nın altı paşasının kurduğu Cumhuriyet’te ordu halk nezdinde kurtarıcı, kurucu ve koruyucu vasfını muhafaza etmiş, her ne zaman memleket “hufre-i inkıraz ve pençe-i izmihlâl” (uçurumun kıyısında ve yıkımın pençesinde) olarak algılandıysa insanımız “Halaskâr Zabitan”ı aramış, ona ihtiyaç duymuştur. Saray bu ihtiyacı ikame edemez. Tekneyi dibine kadar kazısanız da tamamen yok edemeyeceğiniz gelenekler vardır. Süleyman Demirel bunu çok iyi anlamıştı mesela, ona göre davrandı.
Mesela Hitler, Avusturyalı başçavuşun Führer olmasını hazmedemeyen iki Wehrmacht komutanını (Blomberg ve Fritsch) iftiralarla rezil edip ordudan attıktan ve subaylara sadakat yemini ettirdikten sonra bile Prusya askerî geleneğini tamamen yok edememiş, 1944 gibi geç bir tarihte Nazi olmayan generalleri tasfiye etmeye, Mareşal Rommel’i bile şantajla intihara zorlamaya mecbur olmuştu.
Dolayısıyla Saray’ın, Hakikat Ânı gelip çattığında Devlet’in baskı aygıtlarının tamamını kullanabilmesi, bir kısmını kullanması hâlinde de diğer kısmının tepkisini engellemesi pek mümkün görünmüyor.
Dördüncü gerekli şart, uluslararası ortamın kusursuz diktatörlük için uygun olup olmamasıyla ilgilidir. Gâvurların Zeitgeist (çağın ruhu, duygu/düşünce durumu) dedikleri şey açısından baktığımızda, niyetleri bakımından Saray’ın hem avantajlı hem de dezavantajlı olduğunu görüyoruz. Eski dünyanın kurallarla örülmüş kabuğu kırılarak içinden kuralsız/çatışmalı bir yeni dünya çıkıyor. Klasik parlamenter demokratik sistemlerin ağır bir krize girdiğini, kitleleri azdırarak ve aldatarak taraftar toplayan popülist iktidarlar çağının başladığını, bu durumun Saray için avantajlı olduğunu anlıyoruz. Fakat ittifak sistemlerinin dağılması ve yeniden kurulması belirsiz bir durum yaratıyor.
Büyük güçler arasındaki çelişkiler (Ukrayna merkezli Avrupa-ABD çatışması) küçük güçlere fırsat penceresi açabilir fakat büyük güçlerin birlikte hareket etmesi (ABD-Rusya yakınlaşması) küçük güçleri felakete sürükleyebilir. Gelişmelerin hangi yönde gideceği şu anda öngörülemez. Bununla birlikte Saray çevresinin son günlerde verdiği demeçlerden, Türkiye’nin ABD yörüngesinde fakat AB yönünde bir fırsat aradığını anlıyoruz.
Elbette ABD-AB de Türkiye’nin kriz durumunda bir fırsat görüyor. Burada Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Montrö gibi konuları, bütün bir jeostratejik tavizler paketini bir yana bırakırsak, Batı için Türkiye’nin kullanım değeri, esas ifadesini, Soros’un sözleriyle “en önemli ihraç kalemi” olan TSK’de buluyor. Trump’ın göreve başlamadan önce, “Erdoğan’ın çok büyük bir askeri gücü var ve bu ordu savaşlarla yıpranmamış, savaşlarla ve diğer şeylerle tükenmemiş,” demesi bir niyetin ifadesidir.
Batı’nın bizi İsrail’le ittifak hâlinde Suriye’de oluşan jeopolitik boşluğu doldurmaya yönlendirdiğini, bölgede kurulacak Kürt devletinin koruyucusu olarak görevlendirdiğini ve İran’la savaştırmak istediğini anlıyoruz. Pezeşkiyan’ın Şubat ayı içinde Tebriz’e gidip “Türklüğümle gurur duyuyorum,” demesini tesadüf olarak göremeyiz. Adam, planın farkında. Saray medyasının İran’a salvolarını onlar da okuyorlar. Trump’ın tehditleri karşısında Pezeşkiyan’ın, “Geçme namert köprüsünden ko apartsın yel seni / Yatma tilki gölgesinde ko yesin aslan seni” diye Türkçe şiir okurken, kimi kastettiği belli değil mi?
Dolayısıyla Saray, mevcut küresel kriz koşullarını fırsat olarak görürken, kendisini fırsat olmaktan çıkaracak imkân ve kabiliyetlere sahip değil.
Bu bağlamda fosilleşmiş Apo’nun artık var olmayan PKK’yi dağıtma talimatı, DEM sosyetesinin demokratik-tik mücadelesi, Saray’ın “terörü bitirdim” diye övünmesi önem taşımaz. Bunlar, Saray’ın Batı’ya oynadığı bir tiyatro, YPG/PYD’yi meşru bir güç olarak tanımanın ilk adımlarıdır.
Sonuç olarak Saray, en zayıf anında en yükseğe sıçrayamaz. Türk Milleti’ni Arap-Türk-Kürt ümmeti olarak yeniden tanımlayamaz, üniter ulus-devleti kaldırarak federasyon benzeri bir yapı kuramaz, kendi anayasasını yapabilse bile onu toplumun tamamına kabul ettiremez. Başarması için gerekli şartların hiçbirine sahip değil. Güçsüzlük blöf kaldırmaz, bir yerde anlaşılır.
Yirmi yıl süren bir dönemin sonuna gelindiğini anlıyoruz. Can havliyle yükselen son baskı dalgası ancak partiler üstü bir millî mutabakat/muhalefet cephesiyle, kurucu iradeyle aşılabilir. Veryansın, 02. 03. 2025