SONSUZ SONUÇSUZ ARAYIŞLAR

Yavuz Alogan

        Devlet saplantısı olan insan zamanla başka şey düşünemez hâle gelir. Mesela bisiklet sürerken kendinizi bir anda normal bir devletin dış politikada karar alma süreçlerinin nasıl olması gerektiğini düşünürken bulursunuz.

“Peki bundan sana ne?” diyebilirsiniz, haklı olarak…  Ama öyle değil, zihin kendiliğinden çalışıyor… Dengeyi gözeteceksiniz, önünüzü göreceksiniz, yavaşlasanız bile düşmemek için pedal basmaya devam edeceksiniz, el-göz koordinasyonunuz kesintisiz olacak.

        Düşünüyorum ve son tahlilde dış politikanın, diplomatik ve askerî boyutları olan derin bir uzmanlık işi olduğunu anlıyorum. Bir çerçeve ve o çerçevenin köşelerini belirleyen bir ilkeler bütünü olacak.  Şuraya biraz yanaşalım, şu bize bunu yaptı biraz mesafe koyalım, ötekine cazip görünmek için berikine yanaşalım, şununla flört edip bunu kıskandıralım ki bizi kaçırmamak için taleplerimizi kabul etsin diye dış politika olmaz.

“Amasya Tamimi”ndeki gibi çekirdek bir fikrin etrafında halkalar hâlinde genişleyerek oluşur dış politika. Çekirdek fikir yoksa ya da bir tamime konu olamayacak kadar gizliyse (art niyetliyse) dış politika yoktur.  İdeolojik kaygılar, iktidardan düşme korkusu, günü kurtarma telaşı olmayacak. En önemlisi temiz olacaksınız, kimse size şantaj yaparak politika dayatamayacak.

        Söylemde tutarlılık da gerekir, zira diplomaside her söz kayıt altına alınır.

        Cumhurbaşkanı sıfatıyla, “Hamas sadece kendi topraklarını değil, Anadolu’yu da savunuyor” dediğiniz anda farklı bir jeopolitik alana geçmiş olursunuz. Hemen arkasından “Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik stratejik hedefimizdir” demeniz sizi kurtarmaz, sadece AB yanlılarını sevindirir. Dışişleri Bakanı “BRICS’e niye girmeyelim?” mealinde konuşunca, Avrasyacılar “Ahan da iki çizgi mücadelesi!” diye alkış tutarlar. Fakat Maliye Bakanı, Chatham House’dan “Üç asırdır yönümüz Batı” deyince, Atlantikçiler derin bir nefes alırlar. Millî Savunma Bakanı’nın “NATO’nun en büyük ikinci ordusuyuz, Avrupa Ordusu’na katılmak arzusundayız” demesi ise biraz tuhaf kaçmış, Rusya’ya karşı savaşa mı giriyoruz sorusuna yol açmıştır.

Sadece Suriye politikasının toplamı bile ibret vericidir. Sınır ötesi PKK’yle mücadelede muazzam fırsatlar kaçırılmıştır. Şimdi Rusya’nın ısrarı, belki de güvencesiyle ve ABD yönetiminin “topal ördek” durumundan istifade etme düşüncesiyle yeni bir demarş deneniyor “Sayın Esed” ile…

Sayısız örnek verilebilir. Dış politikada tutarlılık şarttır, arayışlar sonsuz, hepsi sonuçsuz olursa kimse size inanmaz.

        Peki nasıl olmalı? Hayal edelim…

Her şeyden önce siyasî toplumun, üzerinde mutabık olacağı bir dış politika belgesi gerekir. Bunu ancak akademisyenlerden, uzmanlığı kabul görmüş emekli ve muvazzaf askerlerden, deneyimli diplomatlardan oluşan yetkili bir kurul hazırlayabilir. Siyasî iktidarın onayından geçen dış politika belgesi parlamentoda tartışıldıktan sonra nihai şeklini alır.  Gizli değil alenidir, bütün dünyaya ilan edilir. Ülkenin kırmızı ve beyaz çizgileri, jeostratejik konsepti, mevcut dünya konjonktürüne jeopolitik yaklaşımı ilkeler düzeyinde açıkça belirtilir. Devletin her birimi dış politika alanına temas ettiği her noktada bu ilkeleri gözetir, raporlar hazırlayarak dış politik faaliyetlerini devletin denetimine sunar. Söylemde ve eylemde birlik sağlanır.

        Elbette bu yöntem sahici bir parlamentoyu ve bağımsız yüksek yargı organlarının denetlediği bir siyasî iktidarı, kısaca belirtmek gerekirse, anayasal bir devleti gerektirir.   Taşra zenginlerinden, paragöz siyaset esnafından, marjinal ideolojik gruplardan,  halka karşı değil sadece kendi parti şefine karşı sorumlu, anayasaya değil mensup olduğu dar politik çevreye sadık, para mukabilinde kendisini satan ya da delege satın alan, ekseriyeti zır cehaletten mustarip, kendisinden başka kimseyi temsil etmeyen  eyyamcı yanar döner milletvekillerinden oluşan bir parlamento ile meclis çoğunluğuna hükmeden, kararlarını sadece atanmış danışmanlarıyla müzakere eden, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkar gibi tek bir kararnameyle Montrö ve Lozan’dan çıkabileceğine inanan bir Saray yönetimi dış politika yapamaz. Yaptığı şeye dış politika denmez.

        Millî iktisat politikalarıyla planlı/dengeli ekonomik büyümeyi ve toplumsal kalkınmayı sağlayamazsanız, ekonominizi Dünya Bankası ve IMF’ye teslim ederseniz, dış politikanızı da NATO yönetir. Pazarlık, dengeleme, onu buna oynama tutumunu, çok yönlü dış politika diye sonsuza kadar sürdürmeye kalkarsanız, yalancı çoban durumuna düşersiniz, kimse size inanmaz.  

        Biraz daha derine baktığımızda, dış politika, belirli bir ülkenin sosyolojik ve iktisadî yapısının, kamu yönetiminin, eğitim düzeyinin ve nihayet tarihsel birikiminin fonksiyonudur.

        Giderek anomik hâle gelen örgütsüz halkı uzlaşmaz ideolojik çelişkilerle bölünmüş (anomi: birleştirici normlar kaybolduğu için toplumun çözülmesi, topyekûn değer kaybı), ekonomisi dışarıdan yönetilen, tarikat ve cemaatlere teslim edilen kamu yönetimi felç olmuş, eğitim düzeyi düşük, neredeyse her mahallede boy gösteren üniversiteleri cahil işsiz mezun eden, sınırları delik deşik, tarihsel birikimi kuruluş ilkeleriyle birlikte siyasî iktidar tarafından reddedilmiş bir devletin dış politikası olmaz. Siyasî iktidar ülke jeopolitiğini, kaynaklarını, maddî değerlerini pazarlayarak ayakta kalmaya çalışır. Bütün büyük güçlere şirin görünür, şu güce bu tavizi, bu güce şu tavizi vererek raf ömrünü uzatabildiğini zanneder.

        Elbette Devlet çeşitli tecrübelerden geçerek uzun vadede kendisini yenileyebilir. Peki ya uzun vade sona ermişse? Kısa vadede küresel krizler, Ortadoğu’dan üzerimize doğru gelen “ateş topu,” Karadeniz’de savaş, Doğu Akdeniz’de hak kaybı, Kıbrıs’ta zorlayıcı gelişmeler, iç savaş potansiyeli taşıyan demografik bozulma üst üste geliyorsa?

        O vakit  Devlet’in, ülkenin olanca askerî/diplomatik birikimini toplayarak bir dış politika sentezine varması, bunu deklare etmesi, planlı ekonomiye geçmesi, stratejik sektörleri kamulaştırması, tarım reformu yaparak gıda stoklaması (başta Çin olmak üzere bütün ülkelerin yaptığı gibi), askerlerin taleplerine kulak vererek silahlı kuvvetleri harbe hazırlaması (bunu Almanya bile yapıyor) ve bütün bunları en kısa süre içinde tamamlaması gerekir.

        AKP’nin kendi ideolojik suretinde yeniden oluşturduğu mevcut Devlet böyle şeyler yapabilir mi? Soru budur!

        Bizler “normalleşme”yle, Cingöz Recai’nin ekoseli  mavi ceketiyle, özenle yontulmuş Pinokyo’nun gösterişli uçak yolculuğuyla, Piro’nun gizemli manalar vererek yediği yemeklerle, Bahçeli’nin amnezik ve titrek görünüşüyle, yeni kahramanımız Diamond’un Kemalist İlahiyatçıların “Demokratik Laik Cumhuriyete Sahip Çıkalım” bildirisini gölgede bırakan görkemli (!) şeriat açıklamasıyla kafayı bulurken, soru olanca ağırlığıyla ortada durmaktadır: Saray Devleti’nin ülkemizi yaklaşan iç ve dış felaketlerden koruyabilecek imkân ve kabiliyeti var mıdır?  Veryansın, 30. 06. 2024