SOLUN GÜNEŞİ NASIL BATTI?

Yavuz Alogan

Sıçrak fikirli   kıyamet öncesi filozofu Slavoj Zizek’in   henüz türkçe yayımlanmayan “Özgürlük: Tedavisi Olmayan Bir Hastalık” başlıklı kitabının Sonuç bölümünde ilginç bir alıntı var.

Romalılar bizim için ne yaptılar, diye soruluyor. Cevap şöyle: sıhhi tesisat, tıp, eğitim, şarap, kamu düzeni, sulama sistemi, kara yolları, temiz su sistemi ve halk sağlığı dışında hiçbir şey!

Peki, yeni komünizm bizim için ne yapacak? Genel sağlık hizmeti, ekonominin toplumsal düzenlenmesi ve parasız eğitim dışında hiçbir şey!

Bu indirgemede içinde yaşadığımız dönemi tasvir eden derin bir ironi var. Sosyalizm, tarihsel kırılmalarla heder olmayıp Avrupa Parlamentosu’na hâkim olsaydı, ne yapacaktı? Yukarıdaki tanımı biraz genişletirsek, Avrupa çapında iktisadi planlama, toplumsal kalkınma, parasız sağlık hizmeti ve eğitim, nüfus kontrolü/demografik planlama, ABD’nin vesayetinden kurtuluş ve  gelecek perspektifi olarak, evreler hâlinde kollektif mülkiyete geçiş.

Sosyalistler tekil ülkelerde buna benzer programları kaybetmekle kalmadılar, olası programın başta kamuculuk olmak üzere önemli maddelerini sağa kaptırdılar.

Avrupa solundan geriye kalan, göçmenlere kucak açma, etnik/dinsel/dilsel/cinsel hakların yurttaşlık haklarının önüne geçirilerek insan hakları bağlamında hararetle savunulması, ulus-devlete karşı bölgesel otonomi (özerlik), postmodernizm (küçük olan güzeldir), “büyük anlatılar”dan kaçınma, çevre duyarlılığı, nükleer enerji karşıtlığı gibi şeyler. Gene de Avrupalı solcu “Almanca edebiyat” ya da “Ben İspanyalıyım” diyecek kadar kimlik kaybına uğramadı.

Tipik bir Avrupalı sosyalist, bana, Norman Mailer’ın “Barbarlık Kıyısı”nda yaşlı bir sosyalistin bilinç durumunu tanımlarken kullandığı şu ifadeyi hatırlatıyor: batmış bir gemiden artakalan kalaslar yüzüyordu zihninde… Batmış programların liberalizmle melezleşmiş kalıntıları…

Geriye doğru baktığımızda, bildiğimiz sosyalizmin son perdesinin  1970’lerde “Avrupa Komünizmi”nin (Avrokomünizm) üzerine kapandığını görüyoruz. İtalyan, İspanyol ve Fransız komünist partilerinin (KP’ler) başlattığı hareket, Sovyetler Birliği’nde 1956’da başlayan Stalinsizleştirme kampanyasının sonucuydu. Avrupalı KP’ler  Moskova’dan koparak tabanlarını genişletmeye, orta sınıfları kapsamaya çalıştılar. Bolşevizm’i ve “proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğü” fikrini reddettiler. İtalyan KP’si “tarihsel uzlaşma” başlatarak Hıristiyan Demokratlar’la ittifak kurdu. Avrokomünizm akımı 1980’lerde bir dizi seçim yenilgisiyle dağıldı. Seçmen onları tutarsız bulmuş, güvenmemişti.

Elbette bunun evveliyatı da vardı. Lenin’in 1919’da kurduğu III. Enternasyonal (Komintern)  Stalin tarafından  1943’te Roosevelt ve Churchill’e güvence vermek için kapatıldı. Ondan önce, 1930’larda Sovyet ajanları Stalinizm’in muhaliflerine karşı Avrupa çapında bir şiddet/sindirme kampanyası başlattı. (Tarık Ali’nin “Ayna Korkusu” romanında yaşlı komünist Vlady, oğlu Karl’a yazdığı mektuplarda, bu döneme ilişkin ağır bir vicdan muhasebesi yapar.) Yine 1939’da Hitler-Stalin Paktı Avrupalı sosyalistler için tarihsel bir kırılma ânıydı. Faşizme karşı mücadele Rus jeopolitiğine feda edilmişti. Zaten Komintern de “enternasyonal” olmaktan çıkmış, Sovyetler Birliği’nin dış politika aygıtına dönüşmüştü. 68 gençlik isyanının bir hedefi de Sovyetler Birliği’nin iç ve dış politikalarıydı.

Fakat en büyük kırılma, hiç kuşkusuz, 1990’lardan itibaren reel sosyalizmin, Kremlin merkezli sol hareketlerin yanı sıra bütün eleştirel sol akımları olanca argümanlarıyla birlikte peşi sıra sürükleyerek tarih sahnesinden çekilmesi, birkaç yıl içinde neredeyse bütün insanlığın tüketim kültürüyle beslenen bireycilikte eşitlenmesi, etnik ve dinî ayrışmaya giden yolların açılmasıydı. Doksanlı yıllarda vahşi kapitalizmin önünde engel kalmamıştı. Kapitalizm, karşıtına bakarak kendisine çekidüzen verme imkânını, fren mekanizmalarını kaybetti.   Sovyet sisteminin çökmesi ve Çin’in “dört modernleşme” programıyla kapitalizme geçmesi, sendikaların neoliberalizmle bütünleşerek mafyalaşması, geçmişin her türlü sosyal demokrat, sosyalist, eşitlikçi öğretisini bir an için insanlığa, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya, bir tür şehir efsanesi gibi gösterdi.  Günümüzün tarih kitaplarında isimleri “diktatör” olarak geçen Josip Broz Tito, Cemal Abdülnasır, Fidel Castro gibi liderlerin önderliğinde kurulan “Bağlantısızlar Hareketi” nin dağılması bütün bunlara eklendi.

Fakat bunun da evveliyatı vardı. Ortam değişiyordu. II. Enternasyonal partileri, sosyal demokratlar, küresel neoliberal saldırıyı durduramadılar.  Direnişte öne çıkan üç isim oldu: Alman Şansölyesi Willy Brandt (g.1969-1974), Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand (g.1981-1995) ve İsveç Başbakanı Olof Palme (g.1982-1986).

Bu üç lider yaklaşan felaketi görmüşlerdi. Brandt, kuzey-güney ülkeleri arasındaki servet eşitsizliğini insanlığın en büyük sorunu olarak saptamış, açlık, eğitimsizlik ve sefaletin giderilmesi için kuzey ülkelerinin güney ülkeleriyle işbirliği yapmasını savunan “Brandt Raporları”nı hazırlamıştı. Mitterand, başlıca sanayi kuruluşlarını kamulaştırmayı, sosyal yardım sistemini yenilemeyi öngören bir programla iktidara gelmişti.  Olof Palme âdil bir küresel iktisadî sistemi savunuyor, Üçüncü Dünya ülkelerinde toplumsal kalkınma için programlar hazırlıyordu.

Mitterand seçim yoluyla yerini özelleştirmeci Jacques Chirac’a bıraktı, Brandt komployla devrildi, Olof Palme ise cinayete kurban gitti. Saldırı çok güçlüydü, kültürel yanları, yaygın medya desteği vardı.

Sosyal Demokrasi buzkıran rolü oynamış, sendikaları ve sol hareketleri her defasında beraberinde yükseltmişti (bizde de her yükselişinde Ecevit -kendisi istemese, hatta rahatsız olsa da- devrimci sendikal mücadelenin ve sosyalist solun yolunu açtı). Bill Clinton ile Tony Blair’i birleştiren “üçüncü yol” sosyal demokrasiyi neoliberal kapitalizmin yoluna soktu. Reaganomics ve Thatcherizm dünya ekonomisini yeniden biçimlendirdi.  Sosyal refah devletini korumak, küresel  eşitsizliğe çözüm bulmak için yapılan bütün girişimler başarısızlığa uğradı. Kapitalizmin yapısının değişmesi, şirketlerin ulusal sınırları aşması; işçi sınıfının coğrafi olarak dağılması, kendi içinde tabakalaşarak küçük birimlere bölünmesi, sendikaların zayıflaması her türlü sol görüşü emekçi kitlelerden uzaklaştırdı.

2008’de başlayan Büyük Resesyon’a kadar devletler, yerel yönetimler ve hane halkları neredeyse sınırsız borçlanma imkânları sayesinde toplam hayat standardını yükselttiler. Yaklaşık yirmi yıllık bir süre boyunca Devlet’in piyasayı denetleme ve düzenleme işlevine gerek kalmamış gibi göründü. Piyasanın “görünmez eli” bütün ekonomileri harmanlayarak dönüştürdü, zengini anormal biçimde zenginleştirirken, yoksulu belirli bir hayat standardı seviyesinde tutabildi.

Resesyon bu dönemin sonu oldu, pandemiyle birleşerek neoliberal sistemi kendisini üretemeyecek, seçenek oluşturamayacak, yoksulu asgari hayat seviyesinde tutamayacak şekilde iflasa sürükledi.  Yeni bir sermaye birikim modeli aramaya başladılar fakat bulamadılar. Girdikleri bataklıktan neo-Keynesyen bir çıkış arıyorlardı. Bu arada güvencesiz çalışanlar, sosyal hakları kısıtlanan, geleceği olmayan kitleler ayaklanmaya başladı.  Entegrasyonu mümkün olmayan göçmenler istihdam sorunları ve kültürel bozulma yaratmışlardı. Proletaryayı da içeren prekarya kavramı yükselen kitle hareketlerini açıklıyordu.

Bu durumda Avrupa halkının bütün bu olup bitenlerin  baş sorumlusu liberallere, liberallerin yardakçısı hıristiyan demokratlara, zihninde yüzen kalasları programatik biçimde birleştiremeyen kafası karışık solculara değil de en uçtaki sağcılara oy vermesi gayet doğaldır.

AB Parlamentosu seçimlerini “faşizmin ayak sesleri” diye yorumlamak, sağcı partilerin kazandıkları bölgeleri SA’ya atfen kahverengiye boyamak abestir. Avrupa’da halkın neoliberal iktisat politikalarına tepkisine sağcılar sahip çıktı, neoliberalizmle aşılanan her türlü solcu nal topladı. Hakikat budur.  

Önümüzdeki dönemde ulus-devletin, millî egemenliğin ve kamucu iktisat politikalarının geri dönüşüne tanık olabiliriz. Avrupa’da sağın yükselişi orta vadede (vakit kalırsa) NATO-Rusya savaşını önleme potansiyeline de sahip görünüyor.

Avrupa sağı her türlü soldan daha gerçekçi görünüyor. Şu savaş ve kriz konjonktüründe Türkiye’yi Erdoğan-Bahçeli-Özel vs yerine Meloni- Le Pen- Orban benzeri kişilerin yönetmesini tercih ederdim.  Hiç olmazsa sahte gündemler yaratarak halkın dikkatini en temel sorunlardan uzaklaştırmaya çalışmıyorlar. Tutulacak köşeleri, ilkeleri var. Bukalemun gibi kondukları her zeminin rengini almıyorlar.

Bu uzun ve karışık yazıyı buraya kadar okumayı başaran okurun Kurban Bayramı’nı kutluyorum. Birkaç yıl, hatta ay içinde maruz kalacağı muazzam iç ve dış şokların sağcısı solcusuyla Türk halkına ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık bilinci, katıksız bir millî şuur ve mücadele azmi kazandırmasını diliyorum. Veryansın, 16. 06. 2024