Yavuz Alogan
Askerî kanadı olan ulusal kurtuluş hareketi ile sıradan terör örgütü arasında fark vardır. Birincisi, temsil ettiği halkın örgütlü yapısından güç alır, askerî eylemlerinde “kitle çizgisi”ni gözetir. Sansasyonel fakat sonuçsuz eylemlere girişerek halkını düşmanın insafına terk etmez. Terör örgütü ise tam aksini yapar: saldırdığı gücün misilleme olasılığını hesaplamadan, hatta umursamadan vurur, ardından kaybolur, yarattığı etki üzerinden kendi propagandasını yapar. Birincisinde mücadele aracı olan şiddet, ikincisinde örgüt propagandası ve siyasî şantaj aracıdır.
Hamas’ın 7 Ekim 2023 günü Gazze sınırındaki İsrail kasabasına saldırarak 20 kadar sivili öldürmesi bu açıdan bakıldığında tipik bir terör eylemidir. Ne mücadele aracı olarak başarılı, ne de siyasî şantaj aracı olarak etkili olabildi. Eylem son tahlilde İsrail’in stratejik hedeflerine hizmet etti. Filistin halkı ağır yara aldı, toprağını, evini, hayatını kaybetti. Filistinli aileler, Temmuz 1942’de Nazilerin 200 000’den fazla Yahudi’yi sürdüğü ya da katlettiği Varşova Gettosu katliamının bir benzerine maruz kaldı, toplu/örgütlü bir direniş gösteremedi. Hamas tünellerden çıkamadı, Lübnan Hizbullah’ını, Suriye ve İran’ı İsrail’e karşı topluca harekete geçiremedi. Katar ve Türkiye’de boy gösteren, tarikat ziyaretlerinde bulunan Hamas lideri, 7 Ekim eylemine ilişkin mantıklı bir açıklamada bulunamadı.
Ateşkes ilân edildiğinde İsrail’in bütün Filistin bölgelerine hâkim olduğu görülecek.
Çeşitli kılıklara bürünen, fraksiyonlara ayrılan siyasî İslâm’ın ılımlı ılımsız bütün çeşitlerinin emperyalist güçlere karşı direnme kabiliyeti 1990’lardan bu yana defalarca sınandı. Ulusalcılık ile İslamcılığın, millet ile ümmetin emperyalizme direniş, halkı örgütleme, yönetme ve ilerletme kapasitesi bakımından tarihsel olarak sergilediği çarpıcı farklılık apaçık ortaya çıktı.
Ilımlı ılımsız her türlü siyasî İslam Ortadoğu’da modernist ulusalcı ideolojinin yerini aldı ve emperyalizmin yine 1990’larda geliştirdiği yeni insan hakları modelinden beslendi. Bu modelde ulus-devletin gereği olan evrensel yurttaşlık haklarının yerine mezheplerin, etnik grupların, cemaat ve toplulukların sözde hakları geçirilmişti.
Baas ideolojisini sert güç kullanarak kökünden söktüler. Cemal Abdülnâsır’ın (g.1958-1970) sosyalist Arap milliyetçiliği, Mısır’ın Sovyetler Birliği ile ilişkisini keserek ABD’ye yanaşan Enver Sedat tarafından çoktan terk edilmişti. Irak’ı dünya kamuoyunu aldatarak, yalan dolanla işgal eden ABD askerleri Irak Arap Sosyalist Baas Partisi’nin lideri Saddam Hüseyin’i (g.1979-2003) Bağdat’ın Şii mahallesinde düşmanlarının sevinç çığlıkları arasında idam sehpasına çıkardılar. Son sözleri şöyleydi: “İranlılara güvenmeyin; mezhebî olarak bölünmeyin, birleşin; Filistin Araptır.” Her zaman Arap Birliği’ni savunan Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi’nin lideri Muammer Kaddafi’yi (g. 1969-2011) kendi ülkesinin kabilelerine linç ettirdiler. Hillary Clinton, “Bu harekât sayesinde [Libya’da] pek çok can kurtardık, tek bir Amerikan askeri ölmedi,” diyerek sevindi.
Böylece emperyalizm Ortadoğu’da modernleşme, toplumsal kalkınma, sekülerleşme anlamına gelen Baas ideolojisinden türeyen bütün Arap milliyetçisi rejimleri “sert güç” kullanarak yok etti. Kolayca yönlendirebileceği, birbirine karşı rahatça oynayabileceği etnik ve mezhebî grupların siyasî kimlik edinmelerini sağladı, kanlı boğuşmaların hâkim olduğu bir bataklık (bataklık!) yarattı. Ulusal kimliği yok ettiler, geriye Ortaçağ kaldı.
Türkiye’de ise yumuşak güç kullanarak Kemalizm’i Devlet katından tasfiye ettiler. Burada da aynı şekilde yurttaş haklarının yerine, “insan hakları” diye etnik ve dinî hakları dayattılar. Ülkenin devlet başkanının, her türlü milliyetçiliği ayağının altına alarak, “biz 36 etnik gruptan oluşan anasır-ı İslâmız,” yani bizim Türk ulusal kimliğimiz, ulusal birliğimiz yok, biz aslında farklı etnik gruplardan oluşan Muhammed ümmetiyiz demesini sağladılar. Ülkenin, gözünü NATO yıldızından ayıramayan, 1961 Anayasası’nın getirdiği kurumları koruyamayan, hatta bu kurumların ne anlama geldiğini bile anlamayan asker-sivil yumoş devlet erkânının gaflet ve dalâleti, hatta yer yer hıyaneti sayesinde emperyalizm bizim ülkemizde sadece “yumuşak güç” kullanarak başarılı oldu. Şimdi Ruandalısından Afganına, Suriyelisine kadar göçmen topluluklarına sağladıkları imtiyazlarla ülkenin demografik yapısını bozarak, ülkeyi eyaletlere bölerek Türk halkının bilincinde Kemalizm’den arta kalan her şeyi yok edecek nihai darbeye hazırlanıyorlar.
Bu kısa tarihi unutarak Filistin’de ne olduğunu anlayamayız. “Mustafa Kemal neyse Taliban liderleri de odur” şeklinde saçmalayabilir, Hamas terör örgütünün eylemlerini Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’yle, Millî Mücadele’yle kıyaslayabiliriz.
Hamas’ın ulusal olmakla ne alakası var?
Filistin davası ulusal olma vasfını yıllar önce kaybetti, Filistin halkının kaderi cihatçı örgütlerin insafına terk edildi. Bu süreç Yaser Arafat’ın (g.1994-2004) ölümünden hemen sonra başladı. Efsanevî Arafat’ın yerine düşük profilli, her türlü uzlaşmaya açık Mahmut Abbas’ın geçmesiyle birlikte “değişim” başladı. Arap milliyetçiliğini ve Filistin’in ulusal kurtuluşunu savunan Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih); Arap sosyalist örgütleri, Corc Habaş’ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Nayif Havatme’nin Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi, yerlerini kırk türlü ılımlı ılımsız şeriatçı /cihatçı akıma bıraktı. İslamcı tarikatlar ve cemaatler Filistin ulusal kurtuluş hareketlerinin liderliğini adım adım kenara ittiler ve ulusçu hareketlerin tabanını dinî duyguları istismar ederek ele geçirdiler.
Suriye ve Irak topraklarında El Kaide gibi anormal oluşumlar şok edici eylemlerle harekât alanına sürülerek bölgenin demografik yapısı göçlerle altüst edildi. Bütün ulus-devletler mezheplere, cemaat ve tarikatlara bölündü. ABD ve İsrail bu hareketleri el altından destekledi, çünkü siyasî İslam ve ümmet kültürüyle ulusal birliğin sağlanamayacağını, siyasî İslamcı’da ulusal bilincin, millî kimliğin oluşmadığını ve oluşamayacağını, ümmetten millet çıkmayacağını ta Birinci Dünya Savaşı’ndan beri gayet iyi biliyorlardı.
Filistinlilerin uğradığı felaket ancak bu bağlamda anlaşılabilir.
Şimdi İsrail’in katliamını durduracak uluslararası bir güç yok diye yakınıyoruz. BM’nin, Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarının etkisiz kaldığını görüyoruz. Ülkemizin göz göre göre Araplaştırılmasını, “ensar/muhacir” muhabbetiyle demografik yapımızın bozulmasını hayretle ve çaresizlik içinde izliyoruz. Acınacak hâldeyiz. Görüyoruz, anlıyoruz ama bir şey yapamıyoruz. Hatta bazı şaşkın sosyalistler, “Göçmenler ülkemizin proletaryasını güçlendiriyor” gibi uçuk ifadeler kullanabildi.
Neyse, uzatmayalım…
Kıssadan çıkarılacak hisse şudur: Ortadoğu bölgesini emperyalizmin oyun sahası olmaktan çıkaracak olan tek şey modern ulusçuluk ve kamuculuktur. Bu da ancak Arap, Türk ve Fars ulusalcılığının canlanması ve siyasî İslâm’ı tarihin dibine gömmesiyle, İslâm’ı siyaset alanından çıkararak bireysel vicdan alanına aktarmasıyla mümkündür.
Emperyalizme karşı direniş ancak ulusal arenada mümkündür. İster sol ister sağ eğilimli olsun, milliyetçiliği/ulusalcılığı gerektirir. Dünyayı “darül harp” ve “darül İslâm” olarak gören siyasî İslamcının bilincinde klasik sömürge dönemi isyanları dışında “emperyalizm” kavramı oluşmamıştır. Batı kültürüne, modernizme karşı olan, evrensel insan uygarlığının içinde 7. yüzyılda temelleri atılan ayrı bir uygarlık iddiasında bulunan İslamcı’yı bu görüşlerinden ötürü antiemperyalist olarak tanımlamak, İran’da başta Tudeh Partisi olmak üzere bütün sosyalist hareketlerin ve tekil demokratların bedelini çok ağır ödedikleri bir hatadır. Türkiye’de bu hatayı önce solcu gibi duran liberaller, daha sonra vatansever gibi görünen demagoglar yaptı, bereket etkili olamadılar.
Gazze’de yaşanan felaketin yegâne olumlu yanı, Batı kamuoyunun vicdanını kaybetmemiş olduğu gerçeğidir. ABD üniversitelerinden başlayarak Avrupa başkentlerine yayılan, Avusturalya’ya kadar uzanan Filistinlilerle dayanışma gösterileri neoliberal kapitalizme ve dünya savaşına karşı yükselecek kitle hareketleri ve büyük halk ayaklanmaları için umut vericidir. Veryansın, 02. 06. 2024