DEMİREL HAKKINDA HER ŞEY

Yavuz Alogan

        Bizim kuşak için Süleyman Demirel sağcılığın, Amerikancılığın, geri kalmışlığın, “bozuk düzen”in sorumlusu ve simgesiydi. Biraz da komik bulurduk nedense, Türkeş ve Erbakan kadar ciddiye almazdık. “Demirel’den zaaam, zam…!” diye başlayıp duruma göre değişen hakaretamiz ve keyifli sloganları hatırlıyorum.

        Zaman geçip koşullar değişince geçmiş farklı bir ışıkla aydınlanıyor, gölgeler kısalıyor, bazı ayrıntılar yeni sorularla birlikte görünür oluyor.   Siyasî merkezin çöktüğü, sağ ve sol kavramlarının belirsizleştiği, bazen iç içe geçtiği bugünün siyasî ortamında merkez sağcı bir lider (parti başkanı değil, lider!) olarak Demirel’i de farklı bir ışıkta görüyoruz.

        Tanıl Bora’nın Demirel biyografisi (Tanıl Bora, Demirel, İletişim 2023) bu ışığı keskinleştiriyor, yakın geçmişi daha iyi görmemizi sağlıyor.

        Kitabın ilk sayfalarında Tanıl Bora, Demirel pragmatizminin ayırt edici özelliğini yazıyor: “…acar bir fırsatçıydı ve tutarsızlığa hazırdı fakat bunu ne-olursa-olsun iktidar oportünizmiyle değil, siyasal hedefini gerçekleştirme iradesine bağlı bir pragmatizmle yapıyordu” (s.11).

        Peki, siyasî hedefi neydi?  

Yazarın yanıtı şöyle: “modern bir kapitalist toplum ve parlamenter sistem sayesinde rıza üretim kabiliyeti yüksek bir ulus-devlet inşası” (agy).

        Demirel, kitapta, kapitalist toplumun ya da piyasa ekonomisinin istikrarla sürdürülmesinin gerekleri üzerinde düşünmüş,  “sınıf bilinçli bir siyasal aktör” olarak tanımlanıyor. 12 Mart döneminde Demirel’in kendisini anlatmak için kullandığı “devlet fikrinin adamı” kavramı bu bağlamda yerli yerine oturuyor.

        Devlet işleyişinin ayrıntılarına yasalar, yordamlar ve rakamlar düzeyinde hâkim olduğunu biliyoruz. Millî eğitim bürokratı olan babam, planlama toplantılarında Demirel’in cebinden çıkardığı mühendis cetveliyle rakamları projekte ettiğini, düzelttiğini, maliyet hesaplamaları yaptığını anlatırdı: “Sonunda o bizi bilgilendiriyor.” 

Nitekim kitaptan, Mümtaz Soysal’ın Demirel için “devlette dosyaları okuyan, tartışılıp konuşulabilecek tek insan” dediğini öğreniyoruz (s. 425). Devlet fikrinin adamı olmakla kalmadığını, devlet uygulamalarının ayrıntılarına da vâkıf olduğunu anlıyoruz.

        Demirel’in 12 Mart askerî müdahalesinin yarattığı şartları manipüle ederek kendi lehine çevirdiğini; “komünizm” ve irtica tehditlerinin yükseldiği dönemlerde askerlerle yakınlaşarak, zıtlaşmaktan kaçınıp düşük profil vererek orduyu darbe düşüncesinden uzaklaştırmaya çalıştığını görüyoruz.

        Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1963-67) öngörülen temel sanayi projelerinde Sovyetler Birliği’nden teknik ve mali yardım almak,  SSCB Başbakanı Kosigin’i Türkiye’de ağırlamak (1966); “Menderes’ten farklı olarak, rejim farkı gözetmeden bütün Ortadoğu ve Arap ülkeleriyle iyi ilişkiler” kurmak; “Sovyetler’in dostu olan Arap rejimlerine Türkiye hava sahası üzerinden silah gönderilmesine müsamaha” etmek (s. 142); bütün bunlar, Soğuk Savaş’ın zirvesinde cesaret isteyen önemli hamlelerdi. “Elektriğin komünisti olmaz … Biz Amerika’nın 53. Devleti [eyaleti] değiliz,” diyebiliyor, 1975’te Amerikan üslerini kapatabiliyor.

        Fakat II. Milliyetçi Cephe Hükümeti (1975-1977) ve 1979 sonunda kurduğu azınlık hükümeti döneminde Demirel’in “devlet fikrinin adamı” olmaktan saptığı, merkezden uzaklaşarak iyice  sağa kaydığı görülüyor.   Kahramanmaraş katliamından (1978) sonra, “Bana sağcılar suç işliyor, cinayet işliyor dedirtemezsiniz,” diyor. 1980 Mart’ında  “Suudi Arabistan’ın Vahabî-Selefî İslâm anlayışına dayanan Rabıta örgütüyle, Türkiye’nin Avrupa’daki Diyanet faaliyetlerinin finansmanı için mutabakat” sağlıyor (s. 253). 1975-76’da üç kez “tespih çekenle tetik çekenin bir tutulamayacağını” söylüyor (s. 254).

        Kendisinden önceki ve sonraki bütün parti başkanları gibi, o da zamanın öne çıkmış cemaat ve tarikatlarından (Işıkçılar, Süleymancılar, Nurcular vs)  seçimlerde güç devşirmeye çalışıyor, şeriatçıların tabanını güçlendiriyor, yobazlığın siyaset sahnesine çıkmasını, hatta meclise girmesini sağlıyor. 

Bu konuda Demirel elbette istisna oluşturmuyor. Sistemin bütün partilerinin, İsmet Paşa CHP’sinin bile oy kaygısıyla zaman zaman gericilere yanaştığını biliyoruz. Mesela Yakup Kadri Karaosmanoğlu CHP’nin 1950’lerin başında oy kaygısıyla “Ticani tarikatıyla işbirliği etmeyi göze almaktan çekinmemiş” olduğunu belirtiyor (Politikada 45 Yıl, İletişim 2021, s.160). Cumhuriyet döneminin bütün siyasî partileri oy kaygısıyla şeriatçıların kapısını çalıp pazarlık yapıyor. Bu ilişki nihayet şeriatçılar ABD’nin itelemesiyle 2002’de  iktidara gelene kadar sürüyor.

        Demirel, 1961 Anayasası’nın getirdiği yargı/ denetim kurumlarını sürekli ayağına dolanan birer engel olarak görüyor. “1961-1969 tecrübesinden, mevcut anayasa ve kanunlarla ülkenin idaresinin imkânsız olduğu kanaatine gelmiştik,” diyor (s. 215). “Bu fikirlerimiz [12 Mart]1971 sonrasında benimsenmiş ve ortaya koyduğumuz çarelerin pek çoğuna başvurulmuştur,” diye övünüyor fakat bunu yeterli görmeyerek, “Bu değişiklikler yapıldıktan sonra dahi Türkiye’yi bu anayasayla idare etmek mümkün değildir,” diye ekliyor (agy).  “İcranın üstüne çıkmış Danıştay [ve]  meclislerin üstüne çıkmış Anayasa Mahkemesi”nin devleti yönetilemez kıldığını söylüyor (s.296). Anayasal kurumlarla dalga geçmekten de geri durmuyor. Kırat’ın (AP’nin amblemi) beklenen icraatları yapamadığı söylendiğinde, “At yapacak da taylar bırakmıyor,” diyor mesela. “Taylar” dediği Danıştay, Yargıtay, Sayıştay… (s. 118). Başkanlık sistemi istiyor.

        12 Eylül’ün gelişini görüyor. Görmemiş olması imkânsız. Darbenin ekonomik altyapısını (24 Ocak kararları) müsteşarı Turgut Özal’a hazırlatmış olarak sanki darbeyi bekliyor. Belki de darbe sayesinde 61 Anayasası’ndan kurtulacağını,12 Mart sonrasındaki gibi  kendisi için elverişli koşulların doğacağını umut ediyor. Demirel için biraz zahmetli olmakla birlikte tam da öyle oluyor. 12 Eylül cuntası 1961 Anayasası’nı ilga ediyor, zamanla Demirel’e başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yolu açılıyor.  Ne var ki Türkiye’de başkanlık sistemini görmeye ömrü vefa etmiyor.  Daha 43 yıl var.

        Tansu Çiller’in AP’nin genel başkan adayı olarak Demirel’e muhtemelen dışarıdan ve kesinlikle  “İstanbul sermayesi” tarafından nasıl dayatıldığı, kongre delegelerinin partinin has evladı İsmet Sezgin yerine Leydi’ye nasıl razı oldukları, kitapta biraz gölgeli kalıyor.   Nitekim Demirel’in yakın çevresinden Mehmet Dülger de Çiller’in “seçimi bir muammadır,” diyor (s. 420).  Yazar da “Demirel’in o kongre arifesindeki hattı harekâtını hiçbir zaman anlayamamışlar, o da açıkça anlatmamıştır,” diyerek muammayı olduğu gibi bırakıyor (s. 420).

Çiller olayına düşen gölge uzayarak Mehmet Ağar’ın yükselişini ve karanlığa  çekilişini, Susurluk olayını, Jitem konusunu, Demirel’in bütün bu olaylar karşısındaki tutumunu kaplıyor, yeni gölgelerle koyulaşıyor. Demirel’in gidişatı görerek kaygılandığını fakat müdahale etmediğini ya da edemediğini anlıyoruz. Mesela Çiller’e  “Terörü bu orduyla çözeceksin,” diyor.  “Özel Timler gün gelir, başına belâ olur. Bunlara hâkim olamazsın” (s.447). Tam da öyle oluyor…

        Fakat 28 Şubat’ta (1997) Demirel, Cumhurbaşkanı sıfatıyla bu kez  en gösterişli “devlet fikrinin adamı” kostümünü giyerek sahneye çıkıyor. Laisizmi savunuyor, Cumhuriyet’in devrimle kurulduğunu vurguluyor, üniversiteye başörtüsüyle girmek isteyenlere “Arabistan’a gidin,” diyor.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı dev bir salona getirtip Bethooven’ın 9. Senfonisi’ni dinliyor; “Neşeye Övgü” bölümüyle sona eren senfoninin ardından kürsüye çıkıp, “İşte çağdaş Türkiye!” diye bağırıyor, salon “Türkiye laiktir, laik kalacak!” sloganıyla çınlıyor.

        Tanıl Bora, 28 Şubat Demirelini şöyle yorumluyor: “28 Şubat, onun nezaret ettiği, dâhil olduğu bir ordu müdahalesi oldu. Demirel, millî iradeyi çiğnemekle ve dindarlara zulmetmekle suçlanan bir ara rejimin ortağı idi. 28 Şubat Demirel’in siyasi koordinat sistemindeki mevkiine ilişkin kabullerin değişmesine,  en azından tartışılmasına yol açan kritik bir eşiktir” (s. 483).  Gerçekten de Demirel, 28 Şubat’la birlikte,  tarikat ve cemaatlerin gözünden düşüyor, günümüzde AKP’nin ve Sayın Saray’ın Menderes’li, Özal’lı ikonografisinde yer almıyor.

        28 Şubat’ın dalgaları yatışırken, Demirel’in “karışık  bu adam” (s. 485) dediği Fethullah Gülen,  fırtınadan sağlam çıkan teşkilatıyla birlikte yükselmeye başlıyor. Demirel 1998 yılı başında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın başlattığı “Hoşgörü ve Diyalog Ödülü”nün ilkini alıyor.  Tanıl Bora, “Bu ödül, bir bakıma, Fethullah Gülen’in 28 Şubat rejimine gösterdiği hoşgörünün nişanıydı,” diyor. “Hoşgörü karşılıklıydı,” dedikten sonra,  Demirel’in  Cemaati “Türkiye’nin ‘yumuşak güç’ siyasetinin bir aracı” (s.485) olarak görüp  bağrına bastığını, dış ülkelerdeki kolejlerini ziyaret edip övdüğünü anlatıyor. Bu casus teşkilatının Devlet katında giderek “resmî protokolün bir parçası” olduğunu yazıyor.

Neyse, uzatmayalım…

Demirel’in inişli çıkışlı siyasî macerasının sonucu olarak elimizde sadece kitabın “Sunuş – ve Sonuç” bölümündeki şu yuvarlak, toparlayıcı ve mesafeli kanaat kalıyor: “Süleyman Demirel, Türk sağının açıortayıdır. Milliyetçi-muhafazakâr, İslamcı, liberal, devletçi vs. sağ söylemleri ortalayan merkez sağ diye bir şey varsa, o açıortay Demirel’dir. O açıortay tarihseldir, ekonomi-politik koşullarla, sınıf mücadeleleriyle, siyasal konumlamalarla belirlenir ve değişir. Demirel’in ve merkez-sağ açıortayın siyasal seyrini izlerken, bu değişimi de görürüz” (s. 10).  Acaba merkez sağ diye bir şey gerçekten var mıydı?  Belki de ülke nasıl idiyse, merkez sağ ve onun lideri de öyleydi.

Şu sıcak pazar gününde herkese Tanıl Bora’nın Demirel kitabını okumasını,  bu vesileyle yakın geçmişin siyasî ortamını hatırlamasını, bilmiyorsa   öğrenmesini tavsiye ederim. Yaşadığımız çok yönlü çöküşün bütün belirtilerini ve ipuçlarını, hatta sebeplerini bile bu panoramik biyografi çalışmasında görmek mümkün.  Veryansın, 13. 08. 2023