Yavuz Alogan
Mevcut koşullarda iki soru öne çıkıyor:
Kendisini devlet olarak yapılandıran siyasî partiyi bir arada tutan nedir?
Ve ikincisi;
Mutlak iktidar sahibinin sınırsız ihtirasını dizginleyecek olan nedir?
Birinci soruyu yıllar önce yaptığımız bir sohbet sırasında merhum Tektaş Ağaoğlu yorumlamıştı. “İktidarları tehlikeye girdiğinde,” demişti, “bunlar birleşirler ve evi dozerle yıkılmak istenen gecekondu ahalisi gibi varlıklarını savunurlar.” Dozeri durduramayacaklarını, yıkımı önleyemeyeceklerini akıllarıyla anlamışlardır fakat kendilerini tutamazlar; ellerine ne geçerse, taş sopa toprak fırlatırlar, ağlayıp bağırırlar. Çünkü sahip oldukları tek varlık ellerinden alınmaktadır.
İyice güçten düşerek yıkılma sürecine giren siyasî iktidar, merkezinden çevresine kadar kendiliğinden, içgüdüsel bir tutumla, panik hâlinde kendi elleriyle kurduğu yapıyı ayakta tutmaya, savunmaya çalışacaktır.
Yıkılmaya yüz tutmuş iktidar partisi tam da bu durumdadır. Yasaları değiştirerek, ele geçirdiği devletin bütün kurumlarını yok ederek, yılların birikimiyle oluşan gelenekleri ve teamülleri ihlal ederek yıktıkları Cumhuriyetin temelleri üzerinde inşa ettikleri derme çatma kaçak yapı, onların yegâne varlıkları, sahip oldukları tek şey, kendi varoluşlarının sebebi ve temelidir.
Onları bir arada tutan, menfaatlerinin yarattığı ortak kader duygusudur. İktidarın halısı altlarından çekildiği anda her biri gerçek boyutuyla ortaya çıkacaktır: “bakan” tabir edilen birkaç zengin işadamı; aşırı şımartılmış zır cahil tarikat şefleri, fıtratından gelen politik içgüdüleri sayesinde yukarılara tırmanmış, liyakati, hatta diploması bile şüpheli bir belediye işçisi.
Şevket Süreyya Aydemir, “Menderes’in Dramı”nda (Remzi 2000), iktidardaki Menderes’in kendisini putlaştıran kalabalıkları görünce tek adam olduğunu zanneden küçük şahsiyetlerin gafletine kapıldığını; duruşmalar sırasında Devlet’in karşısında gerçek boyutlarına, Çakırbeyli Çiftliği’nin küçük ve ezik toprak sahibine dönüştüğünü anlatır. Kaldı ki Menderes son tahlilde Cumhuriyet ilkelerine bağlıydı ve yolsuzlukları devede kulak mertebesindeydi.
İktidarın kaçak yapısı yıkıldığında, muktedirlerin önünde yıllarca taklalar atan zengin iş adamları ansızın saf değiştirecekler; tayinden korkan, terfi bekleyen savcılar yağmur gibi yağan yolsuzluk dosyalarının üzerine çıkıp aslan gibi kükreyecekler; Başkan’ın şimdilerde sadece muhalif birkaç televizyon kanalında görülen “İmar barışıyla 144 556 Maraşlı vatandaşımızın sorununu çözdük” gibi sözleri, sabık iktidarın medya havuzundan çıkmak için debelenen televizyon ekranlarında sürekli yayımlanacaktır. Şimdi görmezden gelinen bütün hesaplar görülecek, tutulan defterler açılacaktır.
Devlet olarak yapılanan siyasî parti bütün bunları gayet iyi bildiği için çevresini pekiştirerek birliğini koruyacak; iktidarını kaçak gecekondusunu koruyan ahali gibi son ana kadar çaresizce savunacaktır. Umutsuzluğa kapılması hâlinde bütün mahalleyi ateşe vermekten çekinmeyecektir, çünkü varoluşsal bir sorun yaşamaktadır. Devlet’in her yanına nüfuz etmiş bir menfaat ortaklığını demokrasilerin olağan yordamıyla bozmanın neredeyse imkânsız olduğu görülecektir.
İkinci soruya gelecek olursak, öncelikle şunu belirtmek gerekir ki mutlak iktidar, sahibini sınırsız ihtiraslara sürükler.
Peki bu ihtirasları dizginleyecek olan nedir?
Vicdan ya da ahlak olamaz, çünkü “mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.” Yozlaşma kişide vicdan kaybına ve ahlak düşüklüğüne yol açar. Rasyonelleştirme (akla uydurma) işte burada devreye girer. Kişi artık her durumda en uygunsuz fiillerini bile haklı çıkarmaya, makul gerekçeler bulmaya başlar. “Bunu yapıyorum ama sor bakalım niye yapıyorum,” diye konuşur. Yüce bir davası vardır, amaca ulaştıran her araç meşrudur. Akla uydurma, pişkinlikle, duyarsızlıkla at başı gider. Bu dört nala koşu sırasında, mesela evinden halkın ve medyanın gözü önünde iki kamyonet dolusu para kaçırılmıştır ama o hiç aldırmamıştır; hatta “adam çalıyor ama çalışıyor” deyişini el altından işleyerek halka benimsetmekten bile çekinmemiştir.
Bu durumda dizginleri ele geçirebilecek tek şey “korku”dur.
Sınırsız ihtiras ancak korkuyla durdurulabilir. Kişi zaten korku içindedir. Zirveye çıkan ve oradan nasıl ineceğini (uçacak mı, düşecek mi, bir yol mu bulacak?) bilemeyen muktedirin iç korkuları benzersizdir. Bu yüzden onu çıktığı yerden fazla korkutmadan, mesela istifa ettirerek, kaybettiğine inandırıp ikna ederek meşru zeminde indirmek marifettir.
Fakat içsel korkular yetmez. Mutlaka dışsal bir korku da gerekir. Bir şeyden korkması gerekir; Kitap’tan, Kanun’dan, Anayasa Mahkemesi’nden, Sayıştay denetçilerinden, Cumhuriyet savcılarından… Hepsini ele geçirmişse bunlardan da korkmaz.
Ya da mesela işçilerin grev, öğrencilerin boykot yapmasından, ordunun “muhtıra” vermesinden korkar. Fakat sendikalar “bir ailenin aylık gıda maliyeti…” diye konuşan anket şirketlerine dönüşmüş, öğrenciler militan mücadele veren politik derneklerini kaybetmiş, askerler siyasî toplumun tamamen dışına sürülmüşlerse, bunlardan da korkmaz. Kendi partisinden ya da yere tebeşirle çizdiği alanın içinden çıkamayan, her türlü manipülasyona açık muhalefet partilerinden de korkmaz. Yarattığı ideolojik ortamla siyasî direniş potansiyelini kırmış, devletin ve politikanın seçkinlerini azgın kitlesel cehaletin tehdit ve baskısına maruz bırakmıştır. İç savaşı göze almış, icabında “Yüzde elliyi evinde zor tutuyorum,” diyebilmiştir.
Toplumun örgütsüzlüğü, sivil kurumların, hatta kamuoyunun yokluğu, kaos ihtimalini güçlendirir. Siyasî iktidar bunu da kullanır. Mutemet adamını ekranlara çıkarıp, “Bize mecbur olmazsanız kaos çıkar,” diyerek siyasî toplumu tehdit eder.
Siyasî iktidar dışsal olarak sadece dış güçlerden korkar. Zira istihbarat örgütleri kendi ülkesinin masum yurttaşlarının farkına bile varmadıkları her şeyi bilmektedir. Varlığı hissettirilen fakat açılmayan dosyalardan korkar. Dosyalar bekler fakat arada bir Sedat Peker kardeşimiz gibi birisi çıkıp perdeyi aralar. Diplomasi ve istihbaratın ortak faaliyetiyle aralanan perde güçlükle kapatılır fakat herkes sahnedeki iskeleti görmüş ve irkilmiştir. Ülkenin jeopolitiğini pazarlayarak, batıya giden göç yollarına baraj olarak dış güçlerin şantajını zamana yaymaya çalışır. İçeride kefenini giymiş halkın yarısıyla savaşmaya hazırdır, bütün dünyaya posta koyar fakat yabancı mahfillere girdiğinde “Ne vereyim abime” düzeyinde politika yapar. Açığa çıkmış bütün zaaflarını iktidarda kalmak için dış güçlere sonuna kadar kullandıracaktır.
Neyse, uzatmayalım…
Kaynakları daraltan bir ekonomik buhranın üzerine çöken büyük deprem felaketi siyasî iktidara kusursuz bir diktatörlüğe geçmek için elinde bulunan bütün imkân ve kabiliyetleri test etme fırsatı vermiştir. Siyasî iktidar bu fırsatı kesinlikle kullanacak ve başarısızlığa uğrayacaktır.
Toplamda mevcut durum, kaybettiğimiz irtifa ve içine düştüğümüz sefil ortam Devlet kurumlarının, siyasî toplumun ve asker sivil bürokrasinin Cumhuriyet’i savunma ve direnme kapasitesinin zayıflığını ortaya koymuştur. Son yirmi yıl bu zayıflığın acı göstergeleriyle doludur. Fakat krizin derinleştiği, siyasî iktidarın sönümlendiği süreçte bütün toplumsal dinamiklerin harekete geçmesi kaçınılmazdır. Bütün bakış açıları değişecektir. Veryansın, 19. 02. 2023