SİYASETİN ÇÖLLEŞMESİ

Yavuz Alogan

        İçinde ne yazdığını bildiğim uzun metinleri okumak benim için bir ıstıraptır. Adamın ya da ekibin bütün düşüncelerini, niyetlerini amaçlarını bağlantılarını anlamışsınız, koordinatlarını saptamışsınız. Şimdi önünüze 244 sayfadan oluşan bir kitap koyuyorlar, “Altılı Masa’nın adıyla oku!” diye…

        Okumuyorum…

        Gösterinin ambalajı, sunum tekniği, sunumun ardından gelen tepkiler daha çok ilgimi çekiyor.  Seyirlik sunumu hangi reklam şirketinin kaç paraya düzenlediğini, koreografi ve mizansen üzerinde nasıl mutabık kaldıklarını merak ediyorum.

        En çok “selam trafiği”ni izlerken eğlendim. Malum, tiyatro/opera gibi gösterilerin ardından artistlerin sahneye çıkıp reveransla seyirciyi selamlamalarına “selam trafiği” denir. Oyunun sonunda altılının kitabı kucaklayarak sahneye çıkıp sebilhane bardağı gibi dizilmesi, diş gösterecek surette gülerek seyirciyi selamlaması beni perişan etti. Toplu sünnet fotoğrafını andıran manzara karşısında gülme krizine girdim, uzun süre kendime gelemedim. Sunuculuğu bence Cem Yılmaz yapmalıydı.

        Tepkiler de çok ilginçti. Profesyonel politikacının ya da “köşe yazarı” mertebesine ulaşmış birinin, kendi kafasındaki çözüm ya da yorumları böyle bir Altılı programda nasıl arayabildiğini, bulamayınca “Hani nerede laiklik, Atatürk resmi, kamuculuk?” diye nasıl yakınabildiğini anlamak benim zihinsel kapasitemin çok ötesinde farklı bir zekâyı gerektiriyor herhalde.

        Kimse görüşünü saklamadı bu ülkede. Sayın Saray yirmi yıl boyunca bu ülkenin Kuruluş İlkeleri’ne ve her türlü kamuculuğa kesinlikle karşı olduğunu sakladı mı? Altılı Masa’nın bütün söylemlerinde, AKP’nin yirmi yıldır sürdürdüğü iktisat politikalarına, ideolojik hegemonya denemesine, ülkeyi örümcek ağı gibi saran laiklik karşıtı faaliyetlere esastan itiraz eden tek bir ifade var mı? Olabilir mi?   

        Ben şahsen emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin siyasî toplumu sinsi bir faaliyetle, gerektiğinde komplolar, tuzaklar, baskı ve darbelerle dizayn etme, siyaseten ölü olanı bile diriltip alternatif yapma, en kaba keresteden pinokyolar yontup lider diye ortalığa salma kabiliyetine şaşıyorum.  Dünyada asker sivil bütün kurumlarına ve siyasetine bu kadar derinlemesine nüfuz edilmiş bir başka ülke olduğunu sanmıyorum.  

        Miadını doldurduğu, dış politikada pazarlığı abese vardırdığı, çizgi dışına çıktığı, kendisine verilen  yetkileri aştığı için “Aşağıya in,” diyorlar. “Görevini yaptın, seni oraya zaten biz çıkardık, aşağıya in.” Servetini kaybetmekten ve yargılanmaktan korktuğu için “İnmem,” diyor. “Sen hele bir in, icabına bakarız, sessizce iktidarı devredersen yargılanmama garantisi de veririz” (RAND raporu) diyorlar.  Kabul etmiyor.  Üstelik mücadeleden hoşlanıyor. Ancak kavga ortamında gerçek benliğini bulan biri.

        Peki nasıl indirecekler, yerine kimi koyacaklar? Bilmiyorlar. Ama araştırıyorlar.  İmamoğlu’nu istiyorlardı, olmadı (acaba olmadı mı?). Kılıçdaroğlu’nu beğenmiyorlar. Ona “the weakest aspirant,” yani en güçsüz iktidar adayı, diyorlar.  Onu “karizma yoksunluğundan mustarip” ve “old-fashioned,” yani eski moda/dar kafalı buluyorlar.

Sanki manavdan kavun seçiyorlar. Bir de küstahlar ki insanın asabı bozuluyor. Muhalefet beceremezse Reis’le idare ederiz, diye düşünüyorlar. “Adam risk alıyor ama açıktan hesaplaşmaya girerse, ABD ona  yüz yüze geleceği sonuçları gösteren öyle bir açık mesaj verir ki göz ardı edemez, süngüsü anında düşer ” mealinde yazıyorlar (Henri Barkey, “Turkey’s Turning Point,” Foreign Affairs, 3 Şubat 2023). Baskı ve şantaj yapacaklarını, istedikleri adamı bizzat kurdurdukları sistemin başına getirene kadar Türkiye kazanını kaynatacaklarını anlıyoruz.

        Büyük güçler seçim işine bu kadar burunlarını sokmuşken, vizyon oluşturmanın, sayfalarca program yazmanın ne anlamı var?  Bir anlamı olmadığını kendileri de biliyorlar ki işi magazine, eğlenceye vuruyorlar.  İki elle “Rabia işareti” yaparak “Yeter Söz Milletindir” demeler, “Bay bay Kemal” muhabbetleri…  “Ben Kemal, geliyorum” gibi içi boş şirinlikler, parmakları kıvırıp kalp işareti yapmak gibi gevşeklikler…

        Eskiden miting meydanlarındaki coşkuya bakarak tahmin yapabiliyorduk. Şimdi maalesef dış basını okuyarak tahmin yapıyoruz.

Yıllar önce seçim zamanlarında bütün partilerin mitinglerine giderdim. Öğrencilik yıllarından tanıyan çıkar da haybeden marizlenirim diye bir tek MHP’nin mitinglerine gitmezdim.

3 Haziran 1977 günü Taksim’de Ecevit’in konuştuğu mitingi hatırlıyorum mesela. Seçimlere iki gün vardı ve Demirel özel bir pusulayla Ecevit’e Taksim’e çıkarsa dürbünlü tüfekle vurulacağını bildirmişti. Şenay’ın “Gel kardeşim/Sev kardeşim” şarkısı eşliğinde güvercinler uçurarak mavi gömleği ve Avusturya işçi sınıfı kasketiyle Ecevit kürsüye çıktığında, yüzbinlerin muazzam coşkusu yeri göğü çınlatmıştı.  Daha bir ay önce aynı meydanda katliam olmuş kırk kişi öldürülmüştü. Kimsenin korkusu yoktu. Hepimiz oradaydık. Demokratik güçlerin en geniş cephesi gibi şeyler konuşuluyordu…

1994 yerel seçimleri bir dönüm noktasıydı.  Refah Partisi’nin İstanbul ve Ankara mitinglerini izlemiştim. Aşırı malzeme bolluğu dikkatimi çekmişti; bayraklar, broşürler, bildiriler… Sevinç patlaması yaşıyorlardı. Henüz sarık ve cüppeyle dolaşmaya cesaret edemiyorlardı fakat bütün yolların açıldığını anlamışlardı.  O seçimlerde yüzde 35 oyu olan üç sol parti (SHP, CHP, DSP) tek adayda birleşemediği için en fazla yüzde 25 oyu olan gericilere Ankara ve İstanbul’u teslim etti. Yirmi sekiz yıl sonra sağcısı solcusu bölücüsü işbirliği yaparak iki şehri güçbela geri alabildi.

Seçim kampanyasını bol para eşliğinde magazinleştirme şebekliği Özal’la başladı. Bence en tuhaf olay Genç Parti’nin  26 Kasım 1992 seçim kampanyasıdır. Miting meydanında beyaz önlüklü garsonlar kitleye tabak içinde bedava köfte ve ayran dağıtırken, göklerden gelen kurtarıcı lider helikopterle meydanın ortasına iniyordu. O seçimlerde Genç Parti kısa süreli kampanyasında büyük paralar dağıtarak yüzde 7,5 oy aldı. Köftelerin lezzetli olduğunu anlıyoruz.

Medya kuruluşlarının kendi meslek alanları dışında para kazandıracak iş yapmaları yasaklanmadıkça (yasaklanmadıkça!) ve siyasî partilerin gelir ve giderleri sıkı biçimde (Devlet tarafından sıkı biçimde!) denetlenmedikçe demokrasiden söz edilemez.

Neyse, uzatmayalım…

Fakat yine de şu karlı fırtınalı pazar gününde son yirmi yıl içinde siyasî iklimin nasıl çölleştiğini, siyasî partilerin nasıl ruhsuzlaştığını, seçmenin bilinçli ve hesaplı bir tutumla kendi çıkarlarını gözeten bir müşteriye nasıl dönüştürüldüğünü, yakın ve uzak geçmişle kıyaslama yaparak düşünelim. Veryansın, 05. 02. 2023