AZGIN AZINLIK

Yavuz Alogan

İsmailağa Cemaatine bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel  “Tutuklama kararı verilmesinin sebebini anlayamadım,” demiş.

Bence doğru söylüyor. Anlayamamıştır.

Yirmi yıldan fazla bir süre hiçbir şey üretmeden devletin kesesinden ve müritlerini haraca bağlayarak zenginleşen bu tür insanlar kendi şer’i kanunlarına göre diledikleri gibi yaşadılar. Kimse karışmadı.

Fakat yolları açıldıkça ölçüyü kaçırdılar. Yedinci yüzyılda kabile düzenini sağlamak için getirilen kuralları hurafelerle süsleyerek 21. yüzyılda yaşayan insanlara dayatmaya kalkıştılar ve ancak toplumun en eğitimsiz kesimini etkileyebildiler. Saray rejiminin ideolojik hegemonya denemesine katkıda bulunmak bir yana, saçmalıklarıyla sıradan insanları dinden imandan çıkaran bir işlev görmeye başladılar. Dinî bilgilerdeki tutarsızlıklar ve çocuklara uygun olmayan ders malzemeleri yüzünden imam hatip öğrencilerinin deizme kaydığı bilimsel toplantılarda dile getirildi.

Bu durum Saray’ı rahatsız etti.

Siyasî iktidarı ele geçiren marjinal bir fikir merkeze doğru yaklaşırken kendi içindeki başıbozuk azgın unsurları denetlemek, denetleyemediğini tasfiye etmek zorundadır. Bunu yapamazsa kendi taraftar kitlesini bile zamanla kaybeder.

Saray’ın tarikat ve cemaatleri denetleme niyeti ilk kez Diyanet’in “gizli” ibaresi taşıyan fakat basına muhtemelen bilinçli olarak sızdırılan  “Dinî Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler” başlıklı Mayıs 2019   raporunda dile getirildi.

 Rapor tarikat ve cemaatleri sınıflandırdı. Bir yanda  “Ehl-i Sünnet geleneğine bağlı, şeriat-tarikat dengesini gözeten bir çizgi” vardı; öte yanda, “Sahih dinî bilgi, akl-ı selim ve Ehl-i Sünnet itikadıyla örtüşmeyen” bir başka çizgi vardı.  Böylece Saray tarikatlara Diyanet’in çizgisinde birleşin, çıkıntılık yapmayın demiş oldu.

Fakat Rapor etkili olmadı. Saray’ın arzuladığı itikatla örtüşmeyen tarikatların saçmalıkları ve rezaletleri devam etti. Özellikle bu zengin ve azgın azınlığın cinsellik saplantısı ve cinsel usul ve adaba ilişkin vaazları, Medeni Kanun’u hiçe sayan hayat tarzlarıyla birlikte derin bir tiksinti ve kaygı yaratmaya başladı.   

Geçen Temmuz ayında yapılan bir Metropol araştırması nüfusun yüzde 4,3’ünün bir tarikat ya da cemaatle ilişkili olduğunu ortaya koydu.  Tarikat ve cemaat bağlantısı olanların yüzde 13,3’ü Saadet Partisi’ne; yüzde 6,1’i AKP’ye; yüzde 3,7’si CHP’ye, yüzde 3,6’sı İYİP’e; yüzde 3,2’si HDP’ye; yüzde 0,9’u MHP’ye oy vereceğini söylemiş. DEVA Partisi seçmeninin yüzde 98,2’sinin ise tarikat ve cemaat bağlantılı olmadığı, yüzde 1,8’inin  fikirsiz olduğu saptanmış (Euronews, 13. 08. 2022).

Bu dağılım düzen partilerinin tarikat ve cemaatleri meşru görmelerinin, “laiklik” kavramını telaffuz etmekten çekinmelerinin, dinî söylem kullanmalarının, gericilik üzerinden rekabet etmelerinin aslında çok basit olan sebebini açıklıyor. 1925’ten bu yana yürürlükte olan, tarikat ve cemaat kurum ve faaliyetlerini yasaklayan  677 Sayılı Kanun’un tam olarak uygulanması, bundan sonra kurulacak siyasî partileri tarikat ve cemaatleri meşru kabul etme ve onlara  cazip görünme külfetinden kurtaracaktır. Tarikat ve cemaatler Saray rejiminin himayesinde geliştiler, siyasî partilerin desteğiyle meşruiyet kazandılar.  

Neyse, konuyu dağıtmayalım…

Altı yaşında evlendirilen kız çocuğu olayı, Saray rejiminin zayıfladığı, ekonomiyi yönetemediği, konut projesi ve ulufe dağıtımına rağmen oy potansiyelinin yüzde 30’larda takılı kaldığı bir sırada patlak verdi.   

Bir grup cesur gazetecinin ve alternatif medyanın ısrarla gündemde tuttuğu olay büyük tepkiye yol açtı. Altılı masanın genel başkanları “laiklik” sözcüğünü telaffuz etmemek için yutkunarak, ıkınıp sıkınarak da olsa tepki gösterdiler. Tepkiler sınırlı tutuldu;  eleştiriler doğrudan tarikat ve cemaatlere  yönelecek yerde, siyasî iktidarın olayı örtbas etme çabası üzerinde yoğunlaştı.

Öfke artınca İsmailağa gibi AKP destekçisi  bir cemaatin önderlerinden birinin tutuklandığını gördük. Bunun üzerine kendisine “Mahmut Efendi Cemaati” diyen tarikatın sarıklı cüppeli unsurları Adliye’nin önünde basın açıklaması yaptılar. “Anlam veremiyoruz” dediler; “azgın azınlığın baskısıyla” hocalarının derdest edilip tutuklanmasını “esefle kınadıklarını arz” ettiler.

Bu azgın ve şımartılmış ortaçağ kalıntıları 28 Şubat göndermesinde de bulundular: “Bu filmi daha önce izlettiler bize. Bir tane kötü yolda olan bir hanıma bir giysi giydirildi ve gerçekmiş gibi Türkiye’ye sunuldu ve bir algı operasyonu oldu.”

Bu sözlerle neredeyse eşzamanlı olarak CHP başkanı, İmamoğlu davası bağlamında, “Saray artık 28 Şubat zihniyetinin ta kendisidir,” dedi. Bu çıkışı rastlantı sayamayız.

Saray danışmanı Fuat Oktay da  “hükümet adına” yaptığı bütçe konuşmasında, “28 Şubat sürecine benzer bir oyunun başlatılması girişimlerine asla göz yummayacağız!” dedi ve vurguladı: “Bunu da özellikle ifade etmek isterim.”

Muhalefet, iktidar, tarikatlar ve cemaatler, 28 Şubat’tan çeyrek yüzyıl sonra birbirlerini “28 Şubatçı” olmakla suçluyorlar. Bu arada 28 Şubat’ın 18 maddelik programını hazırlayan yaşı 80’i geçmiş generaller “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren devirmeye iştirak” suçundan mahkûm edildikleri cezaevinde hayatta kalmaya çalışıyorlar.  Ekrem’e verilen ceza bu ağır trajedinin yanında “kedi arkasını görmüş yara zannetmiş” gibi kalıyor.

Daha önce de bir yazımda belirttiğim gibi, tarih çok enteresandır.

Bir dönemde baskı altına alınan bir talep ya da program sahici ve sağlam bir zemine dayanıyorsa, üzerinde yıllarca tepinilse bile, ona olan ihtiyaç kendisini dayattığında tekrar yüzeye çıkar. Tarihin değirmeni yavaş döner fakat ince öğütür.

Generallerin 1997’de geleceği görerek Anayasa’nın ve mevcut kanunların uygulanmasını talep ettikleri ve siyasî toplumu Cumhuriyetin Devrim Kanunları’nı savunmaya çağırdıkları her geçen gün daha iyi anlaşılacaktır.

 28 Şubat’ta generaller “aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetleri”nin “yasal ve idari yollarla mutlaka” önlenmesini talep etmişler; tarikatların mevcudiyetini men eden 677 sayılı yasanın ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulanmasını, tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okulların devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmesini istemişler; ülke sorunlarının Millet kavramı yerine Ümmet kavramı bazında ele alınmasına itiraz etmişlerdi.  

Devlet katında ve kamuda kılık kıyafet (türban, sarık, çarşaf, sakal, burka, tespih, belki de fes) serbestisini değil de 28 Şubat’ın şu 18 maddelik programını referanduma götürmek mümkün olsaydı sonuç ne olurdu?

Bu uyarıyı zamanında dikkate almayan, AKP’ye iktidar yolunu kendi elleriyle döşeyen  dar kafalı çıkarcı siyaset esnafı, 2010 ve 2017 referandumlarında siyasî iktidara karşı  mücadele alanı açamayan, rejimin evreler hâlinde diktatörlüğe dönüşmesini aval aval seyreden bütün bir siyasî toplum, “aydınım” diye ortada dolaşan tatlı su entelijansiyası  ve nihayet görevini yapmayan asker sivil bütün bir devlet erkânı ülkemizin içinde bulunduğu vahim durumun sorumlusudur.  Onların ezeli ve ebedi  dalgınlığı, konformizmi ve siyasî öngörüsüzlüğü yüzünden önümüzdeki genel seçimler “kader seçimi”ne dönüşmüştür. Bakalım kader ne gösterecek!  Veryansın, 18. 12. 2022