Yavuz Alogan
Sığınmacılar konusunda bütün siyasî toplum ürkmüş kuş ya da balık sürüsü gibi ansızın yön değiştirdi.
Göç ve entegrasyon bakanlığı kurmaktan söz eden ana muhalefet, fikir değiştirerek, “En geç iki yıl içinde ülkelerine geri göndereceğiz,” dedi. Bahçeli, “Ülke olarak demografik istikbalimizi düşünmek zorundayız; ilânihaye burada kalmaları mümkün değildir,” dedi.
“Muhacir kimdir, ensar nedir?” diye vaaz verirken ümmet şuuru aşılayan Saray bile herkesi şaşırtarak, “Suriyelilerin onurlu dönüşü için gayret sarfediyoruz,” dedi. İçişleri Bakanı sığınmacıların sınır ötesi bayram trafiğine izin vermeyeceğini açıkladı. Göçün derhal durdurulmasını talep edenleri ırkçılıkla faşistlikle suçlayan solcu benzeri insancıl liberaller ansızın tehlike kokusu alarak şaşırdılar; Batı ne diyecek, HDP ne yapacak diye etrafa bakınmaya başladılar.
Saray her icraatında olduğu gibi göç sorununda da bir taşla birkaç kuş vurmayı amaçlamıştı.
Güney sınırında göç trafiği ve Peşaver benzeri mıntıkaların açılması Saray’ın alt-emperyal (taşeron) nüfuz bölgesi edinme politikasına uyumluydu. Saray’ın “anasır-ı İslâm” olarak yeniden tanımladığı Türk milleti farklı etnik gruplardan oluşan Müslümanlarla aşılanacak; böylece millet, ümmet tarafından kuşatılmış olacaktı. Türkiye bir “tampon devlet” olarak göçmen biriktirecek, böylece Batı’ya karşı elini güçlendirecekti. Sığınmacılara vatandaşlık verilecek, böylece AKP’nin oy potansiyeli artacaktı. Askerî tecrübesi olan göçmenler gerektiğinde Saray’ın karşıdevrimini tamamlamak için kullanılacaktı.
Fakat olmadı.
Bütün siyasî toplumun ve nihayet Saray’ın bile entegrasyon ya da ensar-muhacir söyleminden vazgeçerek çark etmesinde, durumun farkına varan Devlet kurumları ve elbette Ümit Özdağ önemli bir rol oynadı.
Sayın Özdağ, göç mühendisliğinin Türkiye’yi bölerek Kürdistan kurma projesinin bir parçası olduğunu her platformda herkesle hesaplaşıp, iktidara ve muhalefete meydan okuyarak şemalarla, haritalarla, belgelerle açıkladı. Böylece halkı tedirgin eden bir sorunu ana halka olarak kavrayıp bütün siyasî toplumu yönlendirdi.
Ümit Özdağ vakası, direnen, açık konuşan, yalan söylemeyen ve ucuz popülizm yapmayan politikacıya değer verildiğini kanıtladı. Amerikancı, NATOcu diye saldıracaklarını bildiği hâlde Özdağ, “NATO’nun Türkiye’ye saldırmasını önlemek için NATO’da kalmalıyız” mealinde konuşabildi (ben de öyle düşünmüş ama yazmaya cesaret edememiştim!).
Elbette tek başına dürüstlük ya da en hassas konuda belirleyici inisiyatif göstermek yeterli değildir. Türkiye’nin sorunu rejim sorunudur. Cumhuriyet değerlerine bağlı bir Kurucu İrade ve Kurucu Meclis oluşturmak gerekir.
Neyse, konuyu dağıtmayalım…
Devlet’in içinde her nasılsa kalabilmiş birileri kontrolsüz göç sorununun iç savaş potansiyeli taşıdığını, yanı sıra utanç verici bir acizlik/gevşeklik görüntüsü verdiğini, ulus-devlet ve millî egemenlik fikrini aşındırdığını anlamış olmalı.
Düşünün, sınırı korumakla görevli hudut tabur komutanı dürbünle bakıyor. On binlerce “muhacir” tek sıralı piyade yürüyüşüyle sınırdan geçip ülkenin içine dağılıyor. Tek parti iktidarının politikası böyle! Komutan, herhalde merkez komutanlığına ya da MSB’ye ulaşıp ne yapacağını soruyor. “Dokunmayın, geçsinler,” yanıtını alıyor ve öylece seyrediyor. Ancak askerlerin ve askerliğini layıkıyla yapmış olanların anlayabileceği çok ağır bir durumdur!
Devlet’in müdahale ettiğine ilişkin ilk belirti Ankara’da görüldü. Battalgazi mahallesinde çıkan bir meydan kavgasında “muhacir”ın “ensar”dan iki genci bıçaklayıp birini öldürmesi üzerine galeyana gelen halk Suriyelilerin arabalarını ateşe verip evlerini taşladı. Bunun üzerine İçişleri Bakanlığı, Altındağ ilçesinde yabancıların “mekânsal yoğunlaşmasını önlemek için seyreltme projesi” başlattı. Dört bin 514 Suriyeli ilçeden çıkarıldı, Suriyelilerin kullandığı 309 metruk bina yıkıldı, 177 işyeri kapatıldı (DHA, 18.02.22)
Önlemler devam etti. Göç İdaresi Başkanlığı on binden fazla yabancının bulunduğu illeri gözetim altına aldı. “Sosyal tansiyonun ve güncel gelişmelerin hızla takip edileceği mekanizmalar” kuruldu (agy).
İstanbul Valiliği’nin 2019’da başlattığı “yüzde 75’i Türkçe, yüzde 25’i Arapça tabela içeriği” (Sözcü, 03. 07. 19) uygulaması da olumlu bir adımdır ama yetmez. Tabelada, faturada, trafik levhasında Türkçe’den başka dil kullanılmaz. Yabancının tabela okuyacak kadar Türkçe anlaması beklenir.
Devlet’in tehlikeyi gördüğünü ve müdahale ettiğini anlıyoruz. İdeolojik amaçlı politika güden siyasî iktidar ile Devlet’in bu konuda ayrıştığını görüyoruz. Adem-i merkeziyetçi Hürriyet ve İtilaf ile üniter / millî devletçi İttihat ve Terakki ayrımının canlı olduğunu zaten biliyorduk. Saray’ın bütün politikaları gibi “ensar/muhacir” politikasının da iflas ettiğini anlıyoruz. Şimdi bütün siyasî partiler ve Saray sekiz milyon sığınmacının “onurlu” biçimde, “ikna edilerek,” “incitmeden” ülkelerine karayoluyla mı demiryoluyla mı, hangi takvime göre nasıl gönderileceği sorunsalıyla meşgul olacak.
İnsanın aklına “iyi de biz bunu niye yedik” temalı bir fıkra geliyor. Hani ağa ile marabası at arabasında gidiyorlarmış, yolda öbek hâlinde sığır pisliği görmüşler…
Türkiye siyasî İslâm’ın deney çiftliği olmadı, emperyalizmin cihatçı yedek kuvvet üssü de olmaz.
Şu güneşli pazar gününde herkese akıl-fikir ve istibdada karşı hürriyet azmi diliyorum. Aklın yolu birdir. Namık Kemal’in dediği gibi, “Ne mümkün zulm ile bîdat ile imhâ-yı hürriyet / Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten.” Veryansın, 24. 04. 2022