Yavuz Alogan
İki Almanya’nın 1990’da birleşmesini bir yıl sonra Varşova Paktı’nın dağılması izledi. Reel sosyalizmin devletler düzeyinde hem iktisadi hem de ideolojik çöküşü, toplumsal kalkınma, sosyal refah, bölüşümde eşitlik gibi kavram ve uygulamaları da beraberinde sürükledi.
Zengin batılı devletlerin dev işçi sendikalarını yatıştırmak, kitlesel sol hareketleri zayıflatmak için aşırı derecede propagandasını yaptıkları fakat kısmen de uyguladıkları refah ve sosyal adalet programlarına artık ihtiyaçları kalmamıştı. Zaten kapitalizmin örgütlenme biçimi de denizaşırı sermaye yatırımları ve firmaların ucuz işgücü alanlarına hücumuyla birlikte değişmiş, 19. ve 20. yüzyılların proletaryası dönüşüm geçirerek dünya prekaryasının bir fraksiyonuna dönüşmüştü.
Düşman blok dağıldığına göre NATO’ya da gerek kalmamıştı.
O aşamada NATO’nun feshedilerek elindeki bütün askerî imkân ve kabiliyetlerin mesela BM Güvenlik Konseyi’ne devredilmesi uygun olurdu. Fakat tam aksi oldu. NATO, ABD’nin yönlendirdiği küresel bir baskı ve saldırı aygıtı olarak hızla yeniden tertiplendi, doğuya ve güneye doğru genişlemeye başladı. Uçuş Yasağı Harekâtı, Güvenlik Destek Gücü, Eğitim Görevi, Birleşik Koruyucu Harekât, Okyanus Kalkanı gibi isimlerle teşkilatını maskeleyerek dünyanın her yerinde faaliyet gösterdi.
Günümüzde NATO, Amerikan emperyalizminin koç başı olarak dünya siyasetine yön vermek, rejimleri değiştirmek, ulus-devletleri parçalamak ve ABD hegemonyasını eski sömürge alanlarından Asya Pasifik’e kadar bütün dünyaya yaymak için kullanılan bir savaş örgütüdür.
NATO’nun işlevini yitirerek sönümlenmesi ancak bir Avrupa güvenlik örgütünün kurulmasıyla, evreler hâlinde mümkün olabilir. Rusya ve Çin’in birleşerek Atlantik sistemini ekonomik ve askerî olarak yenilgiye uğratacağı, bu çatışmadan yeni bir dünya uygarlığının doğacağı düşüncesi, günümüzün siyasî ütopyalarından biridir. 70’li yılların üç dünya şablonlarından bozma mekanik/şematik çözümlemeler bugünün çatışmalarını açıklamaz. Kapitalist entegrasyonu tamamlanmış, birbiriyle bağlantılı dev kapitalist şirketlerle örülmüş bir dünyada ayrı iktisadî sistemlerin oluşması ya da siyasî rejimi farklı süper güçlerin birbirlerinin halklarını ayaklandırarak ya da kesin sonuçlu savaşlarla yeni bir dünya düzeni kurması beklenemez.
Türkiye’nin 70 yıllık NATO macerası bu uzun dönemde karaya oturdu. ABD, ayrılıkçı Kürt hareketi PKK’nin türevlerini silahlandırmaya, El-Kaide gibi örgütlere karşı onu kara gücü olarak kullanmaya başladı ve nüfusu boşaltılan alanlarda devlet benzeri yapılar kurmasına izin verdi. Türkiye ABD-PKK ilişkisini eski Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş’in 2007’de bir televizyon programına çıkarak, 1992’de Amerikan ordu helikopterinin PKK’ye yardım malzemesi attığına bizzat tanık olduğunu ve helikopterin vurulması için emir verdiğini söylediği zaman öğrendi. Demek ki ABD’nin PKK’ye desteği yeni değil, 30 yıllık somut bir gerçek.
NATO, özellikle 1960’tan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısına, eğitim/doktrin’den tayin terfilere kadar her kademede derinlemesine nüfuz etmiş, ordunun lojmanlarıyla, ayrı alışveriş merkezleriyle halktan uzaklaşarak ayrıcalıklı bir kast olarak örgütlenmesine, OYAK aracılığıyla ekonomik entegrasyonuna yardımcı olmuştur (bu ilk dönem için bkz. Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Sarmal 1995, “Askerî Müdahale, Kurumsal Yeniden Yapılanma ve İdeolojik Siyasetler” başlıklı bölüm, s. 173-208).
ABD, envanterden düşen askerî malzemeyle TSK’nın ihtiyaçlarını karşıladı, Türk subaylarını eğitti, onlara NATO’nun harp doktrin ve stratejilerini aşıladı. Yetmişli yıllarda eski Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay “Askerin don lastiğini bile Amerika veriyor,” dedi. TSK komünizm zannettiği şeye karşı orantısız güç kullanırken Aydınlanma düşüncesinin kökünü kuruttu, böylece her türlü bölücülüğün yolunu açtı ve “yeşil kuşak” projesine riayet ederek gericiliği iktidara taşıdı.
Türk Ordusu, NATO eliyle pek çok tasfiyeye uğradı. 12 Mart’ta (1971) Doğan Avcıoğlu tarzında sosyalist ve bağımsızlıkçı Kemalist subaylar, 12 Eylül’de (1980) belirgin siyasî görüşü olan bütün subaylar ordudan tasfiye edildi. Ordu teknik anlamda bir NATO aygıtına dönüştürüldü.
Fakat 2010’lu yıllarda durum değişti; bu kez tarikatlar ordunun içine sokuldu, tasfiyeler genel kurmay başkanının terör sanığı olarak yargılanmasına kadar vardı ve nihayet 2016’daki Fetöcü darbenin ardından her Askerî Şura’da AKP çizgisine biat etmeyen bütün subayların albay seviyesine kadar periyodik tasfiyesi gerçekleşti.
Son yirmi yıl içinde Türk Ordusu bilerek ya da bilmeyerek her ne zaman “hizadan çıkma” girişiminde bulunduysa tasfiyeye uğradı ve NATO tarafından Saray marifetiyle hizaya sokuldu.
NATO ve ABD’nin açık ya da örtük desteği olmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Devlet’i, ülkeyi ve kendisini tehdit eden iç ve dış odaklarla mücadele edemediği/edemeyeceği anlaşıldı. Bizzat NATO ve ABD’nin Türkiye’yi tehdit etmesi, hiçe sayması, alenen bölmeye çalışması ve şeriatçıları desteklemesi ezberleri bozan, beklenmedik bir durumdu. “Stratejik ortağımız, en yakın müttefikimiz neden bize bunu yapıyor?” sorusuna Türk Ordusu tarihsel, kurumsal, analitik ve topluca bir yanıt veremedi ve NATO’nun Saray iktidarını kullanarak düzenlediği tasfiye operasyonlarına boyun eğdi. Hakikat budur…
Şimdi tartışıyoruz: Türkiye NATO’dan çıkabilir mi?
Elbette çıkabilir. Fakat kapıyı kapatıp evden çıkar gibi çıkamaz.
Yıllarca süren bir hazırlık evresinden geçmesi gerekir. ABD’de yazılan, hatta basılan Sahra Talimnameleri’nin ve asker yetiştiren bütün eğitim kurumlarında izlenen müfredatın millî ihtiyaçlara göre yeniden yazılması, savunma sanayiinin ve nükleer silah kapasitesinin geliştirilmesi gerekir. Bunun için ordunun siyasetten/tarikat ve cemaatlerden arındırılması, elinden alınan bütün kurum ve imkânların (eğitim, istihbarat, lojistik, sağlık vs) iade edilmesi, emir komuta birliğinin yeniden sağlanması gerekir. Ordu iktidar partisinin değil milletin ordusu, Devlet’in bir kurumu olmalıdır.
Bunlar yetmez. Devlet’in tıpkı Devlet Planlama Teşkilatı gibi bir stratejik araştırmalar merkezi kurması ve ülkenin bütün askerî/diplomatik birikimini değerlendirerek Türkiye’ye özgü bir Millî Savunma Doktrini oluşturması gerekir.
Bütün bunların olabilmesi için de Türkiye’nin öncelikle ve acilen kimlik sorununu çözmesi; ümmet miyiz millet miyiz, Türk müyüz Türkiyeli miyiz, laik miyiz şeriatçı mıyız, ensar mıyız muhacir miyiz, biz neyiz sorusuna anayasal olarak cevap vermesi gerekir.
NATO’dan çıkma tartışması ancak bu şartlar yerine getirildiğinde anlamlı olabilir. Veryansın, 29. 04. 2022