Yavuz Alogan
Adalet ve Kalkınma Partisi, devleti dönüştürerek kendi suretinde yeniden yaratmaya kalkışmasaydı, seçim yoluyla iktidar değişimi krize yol açmadan, yumuşak geçişle sağlanabilirdi.
Saray ve külliyesinin kendisini Devlet olarak tanımlaması, anayasayı ve yasaları değiştirerek tek adam rejimine meşru olmayan fakat yasal bir zemin oluşturması; Sayın Reis’in ülkenin kaderiyle kendi kaderinin birleştiğini, memleketin başka siyasî partilere teslim edilemeyeceğini alenen ilan etmesi, iktidar değişikliğinin krizlere ve fırtınalara yol açmadan gerçekleşmesini neredeyse imkânsız hâle getirdi.
Ülkemizin tarihinde bu kadar acayip ve belirsiz bir durum görülmedi.
AKP’nin iktidara adım attığı andaki kriz durumuna bakalım:
Mayıs 2002’de Başbakan Bülent Ecevit’in yönetme kabiliyetini kaybetmesi üzerine DSP’den istifalar başladı ve partinin meclis grubu bir anda yarıya indi. 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidar bloku sandığın dibine çakıldı, 1946’dan beri ilk kez iki partili (AKP-CHP) bir parlamento oluştu.
Mali krizin (2000-2001) üstesinden gelemeyen Ecevit Hükümeti Dünya Bankası’ndan bir ajan (Kemal Derviş) getirerek onu Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yapmış, böylece AKP döneminin iktisadi altyapısını (kamuculuğun topyekûn imhası, neoliberal küresel kapitalizme tam teslimiyet!) hazırlamıştı.
Parantez içinde şunu da belirteyim ki ekonominin dışarıdan getirilen ve görevini tamamladıktan sonra ortadan kaybolan bir ajana nasıl teslim edilebildiğini ben hâlâ anlayabilmiş değilim. Kimse bir şey demedi; koalisyon hükümetinin bakanları Derviş’in talimatlarını harfiyen yerine getirdiler, hiçbir şey olmamış gibi ortalıkta dolaşmaya devam ettiler.
Elbette halk tepki gösterdi. Yazar kasa fırlatıldı; 11 Mayıs 2001 günü esnaf Tandoğan Meydanı’nda isyan etti; TBMM’ye yürümek isteyen, “Yoksulluğa ve Yolsuzluğa Hayır!” diye slogan atan, bankaları taşlayan öfkeli kitleyi polis havaya ateş açarak durdurabildi; mitingler bütün Türkiye’ye yayıldı, Konya, İzmir, Gaziantep, Mersin, Sivas ve Denizli’de on binler yürüdü.
Fakat AKP’nin iktidara geçiş süreci sorunsuz gerçekleşti. Çünkü o sırada, her şeye rağmen anayasal bir Devlet vardı; kuvvetler ayrılığı, siyasetten bağımsız denetleme kurumları, bağımsız yargı, sahici bir yasama meclisi, 28 Şubat’ın başarısızlığına rağmen “Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevi”ni AKP döneminde de sürdüreceği varsayılan ordu… Ahmet Necdet Sezer de Çankaya’da oturuyordu. AKP’yi sineye çeken siyasî toplum o sırada bunlara güvendi. Cumhuriyet mitinglerine (2007) katılan milyonlarca yurttaş da son tahlilde bunlara güveniyordu.
Şimdi bunların hiçbiri yok.
Saray ve bütün ülkeye yayılmış Külliyesi çatırdarken, muhalefet partileri temel konuların hiçbirine değinmeden, ortaya AKP’ye alternatif bir iktisadî ve sosyal program koymadan, oturdukları yerden feryat ederek seçim kazanmayı umut ediyorlar. Eski ve kısmen de yeni burjuvazinin saf değiştirerek muhalefet partilerinden birine ya da hepsine yönelmesi, ortada dolaşan Pinokyo karakterlerden birinin arkasına medya desteği koyarak netice almaya çalışması an meselesi. 2001 kriziyle kıyaslanamayacak kadar ağır koşullara rağmen sokaklarda “çıt” yok.
Saray’ın çıktığı yerden nasıl indirileceği sorunu şu anda çözümsüzdür ve başlı başına bir Devlet krizidir.
Külliye, kendi suretinde yarattığı mevcut Devlet’i de peşi sıra sürükleyerek çökecek. Arkasında muazzam bir boşluk bırakacak. Artık bir Saray darbesi mi olur, yoksa kan revan içinde seçimlerden sağ çıkan bir parti ya da partiler koalisyonu iktidarı mı kapar; her ne olursa olsun, AKP’nin yerini alacak güç, bir Kurucu Meclis’e yol vererek mevcut rejimi bir Toplum Sözleşmesi’yle kökten değiştiremeyecek, laik demokratik ve sosyal bir hukuk devleti kuramayacaktır. Kitlesiz ve örgütsüz kolay muhalefeti seçen siyasî partilerin bu yönde kuvvetle savundukları tek bir görüş yok. Kapasiteleri de yok! Halkı tavlamak için acıklı sahneler yaratarak ağızlarına geleni söylemekle yetiniyorlar. Arada bir Atatürk’e “aslan kaplan” diyen parti liderleri, laikliği ve tevhid-i tedrisat gibi Devrim Kanunları’nı özenle unutturmaya çalışıyorlar. İktidara gelmeleri hâlinde reformasyon benzeri hafif makyajlarla AKP’nin kurduğu rejimin imkânlarından yararlanacaklardır.
Başkanlık rejimi Türkiye’ye dışarıdan dayatıldı. Sayın Reis’in kafasında doğmuş yaratıcı bir fikir değildi. Türkiye’de kuvvetler ayrımını esas alan, denetleme mekanizmaları, bağımsız yargısı, planlama teşkilatı olan, normatif yapısı sağlam bir Devlet; güçlü sendikalarıyla, dernekleriyle, örgenleşmiş (bütünün işlemesini sağlayan organik ama kendi başına özerk) kurumlarıyla güçlü bir toplum yapısı istemediler. Çünkü bu bağımsızlık demektir.
Öte yanda, her şeye karar veren, midesinden ve beyninden küresel sisteme yakalanmış, ülke içinden değil dışarıdan denetlenen tek bir adamla muhatap olursanız, her istediğinizi yaptırabilirsiniz. Saray’a bunu yaptırdılar, halkımızı bu rejime layık gördüler.
Siyasî iktidar Saraylar dikerek, altın varaklı tahtlara oturup saltanat kayığına binerek; yoksuldan alıp zenginin cebine koyarak, böylece iktidarını tahkim ettiğini sanarak; uçuk kaçık bir dış politikayla dünyadan tecrit olup başını belaya sokarak ve en önemlisi, halkı yabancılaştıran kusursuz bir yolsuzluk, talan ve kara para ekonomisi kurarak, kendisine dışarıdan dayatılan başkanlık rejimini abarttı, içinde oynaması istenen sınırları aştı.
Böyle bir rejimin gerektirdiği diktatörlüğü de kuramadı. Çökerken hiç kuramaz. Diktatörlük kurmak için gerekli baskı aygıtlarına, ideolojik türdeşliği olan kadrolara sahip değil. Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna’nın fotoğrafı altında komando andı içen okçu zibidiler ya da ne yaptığını kendisi de bilmeyen uçuk kaçık SADAT gibi örgütlerle diktatörlük kurmaya teşebbüs etmek tam bir intihar olur. Gazeteciler ve muhalif medya, yirmi yıl boyunca parayla ve yetkiyle şımartılmış bu gayrimeşru oluşumların gücünü abarttıkça, onlar da kendilerini bir şey zannedip cüsselerini dev aynasında görmeye başladılar.
Bizim halkımız iç savaş kıvılcımlarını kendi elleriyle söndürür. 1970’lerde bile kana susamış kadrolarla onca uğraşıp beceremedikleri şeyi günümüzde kimse beceremez. Mevcut tabloda tek bilinmeyen, ümmete katılan beş milyondan fazla mülteci ve göçmenin Saray için kısa vadeli kullanım değeridir.
Neyse uzatmayalım…
Özetle, mevcut Devlet krizi Saray’dan gelebilecek baskıcı hamlelerden çok, iktidarın çıktığı yerden nasıl indirileceği ve ardında bırakacağı boşluğu kimin nasıl dolduracağıyla ilgilidir. Toplum Sözleşmesi’ni yenileyecek, halkçı, kamucu, millî bir iktidar alternatifi ufukta görününceye kadar mevcut kriz yeni fırtınalarla ağırlaşarak devam edecek, süreklilik kazanacaktır. Türkiye’nin kendisini yeniden tanımlaması, nasıl bir dünyada nereden gelip nereye gittiğini anlaması, nasıl bir ülke olduğuna ve olacağına karar vermesi gerekiyor. Veryansın, 05. 11. 2021