Yavuz Alogan
Üç büyük olayla sarsıldık.
Afganların askerî bir düzenle sınırlarımızdan geçerek ülkemizin içlerine doğru yayılması; Doğu Karadeniz’i vuran selle neredeyse eşzamanlı olarak Ege ve Akdeniz ormanlarının tutuşması; ve korona salgınının alevlenmesi.
Birincisiyle başlayalım.
Yukarıdaki fotoğraf Ayasofya Kalkışması sırasında çekildi. Toplu namaza katıldıktan sonra pankart açan Taliban heyetini görüyoruz. Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan siyasî iktidarın “Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı” olmadığını, hatta bu vahşi örgütle temas hâlinde olduğunu kanıtlayan bir fotoğraf.
Fakat burada bir çelişki var.
Güvenilir askerî uzmanlar, siyasî iktidarın ABD’yle arayı düzeltmek için Afganistan’da tuttuğu askerlerimizin Taliban’la savaşmak zorunda kalacaklarını değerlendirdiler. Sayın Reis ise Taliban’la “daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum,” dedi. Saray’ın Taliban’la mevcut ideolojik anlaşma zeminini ortak bir siyasete doğru genişletmeye çalıştığını anlıyoruz. Fakat bu arada Taliban’ın savaştığı Afgan kitleler sınırı geçerek ülkemize giriyorlar.
Sınırı geçenler Taliban’a karşı ABD safında savaşan ya da ona çalışan, muhbirlik yapan, muhtemelen askerî eğitim görmüş kişiler. Göçü Kâbil’deki ABD konsolosluğunun yönettiği söyleniyor. Taliban’ın göçmenleri taciz bile etmemesi, İran’ın bu kitleyi otobüslerle sınırımıza kadar getirip bırakması ortada çok taraflı (Türkiye-ABD-Taliban-İran) bir anlaşma olduğunu düşündürüyor. Belayı savuşturarak başıbozuk kitleyi bize doğru iteliyorlar.
Eş zamanlı olarak Alman haber ajanslarından (DPA ve DW) Taliban karşıtı Afgan savaşçıların, Haziran’da yapılan NATO zirvesinde alınan karar gereğince, Türkiye’deki kışlalarda askerî eğitime alındığını öğrendik. Ancak bunların kaç kişi olduklarını, eğitim gördükten sonra savaşmak üzere nereye sevk edileceklerini doğal olarak öğrenemedik.
Bütün bunlardan, ABD’nin ülkemizi bir cihatçı deposu olarak gördüğünü, Ortadoğu ve Asya’daki Amerikancı şeriat güçlerinin eğitim, ikmal ve dağıtım üssü olarak yeniden tanımladığını anlıyoruz. Göçmen Afgan nüfusun şehirlerimize yerleşen Suriye’li nüfusla kaynaşacağını, Idlib’de ilişkili olduğumuz HTŞ gibi vahşi örgütleri ve bizzat eğitip donattığımız ÖSO’yu da dikkate alarak düşünürsek, Amerikan emperyalizminin Türkiye’yi dev bir Peşaver’e dönüştürmek istediği sonucuna varabiliriz.
Bu girişimin Saray Rejimi’nin Türk milletini ümmete dönüştürerek Cumhuriyet Devrimi’nin bütün izlerini silme hedefiyle uyumlu olduğunu anlıyoruz. Fakat aynı zamanda Sayın Saray’ın, varlığını sürdürebilmek için yeniden “BOP eşbaşkanı” olmaktan başka çare bulamadığını, çaresiz kaldığını düşünüyoruz.
Durdurulmadığı taktirde bu sürecin ülkemizin sosyal ve kültürel dokusunu paramparça edeceğini, güvenlik güçlerimizi yozlaştıracağını, iç çatışmalara yol açacağını ve vahim bir beka sorunu yaratacağını çıplak gözle görebiliyoruz. Bunu görmeyen ya da siyaseten görmek istemeyen, ABD-AB’ye ters düşme kaygısıyla sorunu çözümlemekten kaçınan herkesi hıyanet-i vataniye’yle suçluyoruz.
Bütün göçmenlerin geldikleri ülkelere insanî koşullarda iade edilmelerini; Türk Ordusu’nun ABD’nin cihatçılarına verdiği her türlü askerî eğitimi ve desteği derhal durdurmasını, Mustafa Kemal’in askerleri olarak yeniden tertiplenmesini, Kâbil Havaalanı’nı değil misak-ı millî sınırlarını korumasını talep etmeliyiz (talep etmeliyiz!!!). Kışlaların kapısına kalpaklı Mustafa Kemal posterleri asarak başlayabilirler.
İkincisine gelirsek…
Doğu Karadeniz’deki sel felaketinin küresel iklim değişikliğinden ve TOKİ’den kaynaklandığını anlıyoruz. Fakat 32 saatte 40 yerde, 17 ilde 58 noktada çıkan orman yangınlarının çocukların kitap yakmasından ya da mangal partisinden kaynaklanmadığını; meteorolojik koşulları (rüzgârın hızını vs) hesap eden, tutuşturulacak ormanları özenle seçen bir dış düşmanın Türk-Kürt çatışması çıkararak itibarımızı iyice yerin dibine sokmak, böylece Saray Rejimi’ni daha sıkı biçimde bağlamak istediğini anlıyoruz. ABD’nin bizi “failed state” (egemenliğini kaybeden, dışarıdan yönetilmesi gereken başarısız devlet) kategorisine sokarak iyice teslim almak istediğini zaten biliyoruz.
Sayın Soylu’nun ve bakanların temkinli söyleminden Saray yönetiminin provokasyonu gördüğünü, şimdilik doğru değerlendirdiğini anlıyoruz. Kışkırtmaya ortak olan bazı ulusal kanal’ların ve PKK yanlısı medya organlarının yangını körüklemek için debelendiklerini, ortamı kızıştırmaya çalıştıklarını görüyoruz. İzmir’de HDP binasına giren alçağın genç bir kadını kurşunlamasıyla başlayan bu türden düşman eylemlerinin devam etmesinden kaygılanıyoruz.
Devlet’i yöneten kişilerin özellikle Akdeniz ve Ege’de yaşayan Kürt asıllı yurttaşlarımızın can ve mal güvenliğini korumak için önlem almalarını, kışkırtma devam ederse bu bölgelerde sıkıyönetim ilan etmelerini talep etmeliyiz (talep etmeliyiz!!!).
Burada Saray’ın 8, VIP bürokratların 15 uçağını üç kiralık söndürme uçağıyla kıyaslamak istemiyoruz. Yangın enkazının orta yerinde “insansız teknolojik söndürme uçakları”ndan söz edebilen “snob” Orman Bakanı’nın başka dünyalarda yaşayan enteresan bir şahıs olduğunu görüyoruz, derhal istifa etmesini, mümkünse siyaseti bırakmasını rica ediyoruz.
Korona meselesine gelince…
Her şeyden önce komplo teorilerine karşı çıkıyor, bilime inanıyor ve herkesin aşılanmasını istiyoruz. Saray Rejimi’nin turizm geliri beklentisiyle önlemleri erken kaldırdığını, halkı yeterince bilgilendirmediğini ve ülkeyi yeni bir pandemi felaketinin eşiğine getirip bıraktığını görüyoruz. Vakaların çoğalmasından ve ölümlerden sırasıyla Sayın Saray, Sağlık Bakanı ve Bilim Kurulu sorumludur.
Güvenilir bir tıp profesörü (Prof. Dr. Ahmet Saltık) 28 Temmuz’dan önceki hafta içinde vaka sayılarındaki artışın dünya genelinde % 3, Türkiye’de % 74; ölüm oranının ise dünya genelinde % 6, bizde ise % 22 olduğunu söyledi; TBMM’nin 5013 Sayılı Kanun’la kabul ettiği (2003) Avrupa Konseyi İnsan Hakları Biyotıp Sözleşmesi’ne göre “aşıyı reddetme hakkı”nın kabul edilemeyeceğini anlattı (Tele 1, “Gün Ortası,” 28. 07. 21).
Saray yönetiminin zorunlu aşı uygulaması getirmesini, dinî kaygılarla aşıdan uzak duran kesimleri ikna etmek için Diyanet’in camilerde hutbe okutmasını, özellikle tarikat ve cemaat erbabının aşı konusunda takibe alınmasını, RTÜK’ün pandemi geçene kadar aşı karşıtı her türlü yayını yasaklamasını istemeliyiz.
Bilim Kurulu’nun Sağlık Bakanlığı’nın denetiminden çıkarak bütün tabip odalarıyla birlikte bir “Aşı Sempozyumu” düzenlemesini, hekimlerin kendi aralarındaki derin (!) ideolojik, felsefî ve politik farklılıkları geçici olarak bir yana bırakarak tıp etiğinde birleşmelerini, bütün verileri tarayarak aşı konusunda halkı doğru bilgilendirmelerini, gerektiğinde fiili durum yaratarak Saray’ı ve Sağlık Bakanlığı’nı doğru ve acil önlemler almaya mecbur bırakmalarını talep etmeliyiz (talep etmeliyiz!!!).
Mevcut Saray iktidarının hiçbir krizi çözemediğini görmeli; bizatihi bir kriz etkeni olarak beka sorunu yarattığını, vakit geçtikçe bu sorunun ağırlaşacağını bilmeliyiz. Dolayısıyla Saray’ın istifa etmesini, temsil niteliği olan bir Kurucu Meclis’in Türkiye’yi tanımlayarak Devlet’i yeniden kuran bir millî anayasa hazırlamasını talep etmeliyiz.
Cehennemi andıran bu Pazar gününde alevlerle boğuşan yurttaşlarımıza sabır ve metanet, herkese akıl fikir ve celâdet (boyun eğilmemesi gereken yerde gösterilen bilinçli cesaret) diliyorum. Veryansın, 01. 08. 2021