Yavuz Alogan
Hükümet darbesi ile toplumsal devrim farklı şeylerdir. Her hükümet darbesi toplumsal devrime yol açmaz fakat toplumsal devrimin bir yerinde mutlaka bir hükümet darbesi olur.
Saf anlamda hükümet darbesi tamamen teknik bir konudur. Maksat ülkeyi yönetenlerin yerine geçmektir. Darbeciler ellerindeki askerî gücün imkân ve kabiliyetlerini devirecekleri hükümetin direnme kapasitesiyle kıyaslayarak işe başlarlar. Şehir planları üzerinde çalışırlar. Kuvvetlerin hızla hedeflere intikal ettirilmesi, darbenin ilerleyen saatlerinde şiddetli direniş noktalarını askerî olarak takviye imkânları, hükümete bağlı muhafız güçlerin savaşma arzu ve iradesini kırmak için yapılacak ajitasyonun içeriği gibi şeyler üzerinde kafa yorarlar.
Clausewitz’in savaş meydanında karşılaşan kuvvetler için belirlediği esas burada da geçerlidir: “Nihai hedef düşmanı irademize teslim olmaya mecbur bırakmaktır.”
Hükümet darbesi yapacak olanların konumu da çok önemlidir. Onlar genellikle devlet mekanizmasının içinde, özellikle de hükümete yakın olan kişilerdir. Devlet mekanizmasının dışında, hükümet merkezine coğrafî, hatta mekânsal olarak uzak, dolayısıyla sistemin işleyişine yabancı olanlar darbe yapamazlar. Onların yaptığına ayaklanma denir ve iç savaşa yol açar. Mesela General Franco’nun 1936’da İspanyol Cumhuriyeti’ne karşı Kanarya Adaları’nda başlattığı şey darbe değil ayaklanmadır. Kasatura ve el bombasıyla savaşan Faslı askerleri İspanyol anakarasına çıkararak Cumhuriyetçilerin üzerine salmış ve Trabadajoz istikametinde bir köprübaşı tutmuştur.
Demek ki hükümet darbesi yapacak olanlar hükümete çok yakın, yasalara bağlı ve hükümete sadık görünen kimselerdir. Nitekim Curzio Malaparte, “Darbe-i Hükümet Sanatı” adlı kitabında şöyle der: “Sivil iktidarı ele geçirmeye kalkışan bütün askerler, liberalizm kaidesine son dakikaya kadar, yani şiddete başvurma anı gelinceye kadar sadık kalmışlardır.” Burada Malaparte, “liberalizm kaidesi” derken, demokratik bir ülkenin parlamenter sistemini, yönetimin seçimle iş başına gelmesini kastetmektedir.
“Darbe-i Hükümet Sanatı” ilginç bir kitaptır. 1930’larda Cavit Yamaç Türkçeye çevirmiş, 1963’te darbe konusunun gündemde olduğu bir sırada yeniden basılmıştır. Lime lime olmuş kitap ucundan tutup ne zaman silkseniz mutlaka toz çıkaracak kadar eskidir. Meraklısı bu kitabı Machiavelli’nin “Prens”iyle birlikte okumalıdır.
Malaparte de ilginç bir adamdır bu arada. İdeoloji ve siyaset konusunda karar verememiş şaşkın bir yazardır. Ona boşuna “Evinde oturan Descartes” dememişler. 1921’de Mussolini’nin faşist partisine katılmış fakat geri zekâlı faşistler onun kitaplarını okuyunca “Lan sen ne yazmışsın!” diyerek onu partiden atmışlar ve bir adaya sürmüşlerdir. İkinci Dünya Savaşı felaketini en iyi anlatan romanlardan Kaputt’u (Can Yayınları 2014) okuyanınız vardır mutlaka.
Neyse, konuyu dağıtmayalım…
Sonuç olarak, hükümet darbesi siyasî iktidarın yanı başında duran kişiler tarafından yapılır. 12 Eylül darbesi de öyle olmadı mı? Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet eden İhsan Sabri Çağlayangil’e ordunun sadakati konusunda güvence verdiği, kuvvet komutanlarının “evet efendim, sepet efendim” diye Demirel’i etekledikleri bir sırada Bayrak Harekâtı’nı içeren zarflar çoktan birliklere gönderilmişti. İşaret verildiğinde zarflar açıldı. Bütün ülkede alay komutanları kaymakamların, tugay komutanları emniyet müdürlerinin yerine geçti, Kenan Evren de gidip cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Tamamen teknik bir süreç. Dramatik bile değil, neredeyse mekanik, hatta otomatik! Birkaç saatlik hükümet darbesinin hazırlığı, kitle katliamları ve binlerce gencin birbirini öldürmesiyle dört yıl sürmüştü. Şartlar planlı biçimde olgunlaştırılmış, sıradan insanlar “Lütfen darbe yapın!” diye askere yalvaracak hâle getirilmişti. Bu işler böyle olur.
Önemli bir diğer konu, sürekli darbe korkusu duyan hükümetlerin ülkeye vereceği zararın, bizatihi darbenin yaratacağı hasardan çok daha büyük olmasıdır. Sürekli darbe korkusu yaşayan hükümet zerre kadar anlamadığı profesyonel askerî alana, darbeyi önleyeceğim diye öyle bir destursuz dalış yapar ki ülkenin güvenliği ağır bir zaafa uğrar, savunma imkân ve kabiliyetleri azalır. Hele ki ordunun içine “bizim çocuklar girsin” diye liyakat, tecrübe ve uzmanlık ikinci plana atılır, dinî ve siyasi sadakat terfi ve makam sahibi olmanın önşartı hâline getirilirse, ülkenin bekası kesinlikle tehlikeye girer. Orduya uygulanan zihni sinir sivil projeleri felaketle sonuçlanır.
Bu türden zaaflar hemen açığa çıkmaz, hatta gözle görülmez. Hatta bazı saf insanlar, “Ne güzel orduya da demokrasi geldi” ya da “Askerin de artık ibadet ve siyaset hürriyeti var” diye sevinebilirler. Fakat sert kabuğu kırılmış, içi yumuşamış ordu büyük savaşlarla, şiddetli krizlerle imtihan edildiği zaman, hakikat hamasetin önüne geçerek bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilir.
Hükümet darbeleri orduyla oynayarak değil, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki bütün engeller kaldırılarak önlenir. Sağlam ve üretken bir iktisadî altyapısı, kendine yeterli tarımsal üretimi, kuvvetler ayrılığı, sendikalarda derneklerde örgütlenmiş bir işgücü olan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinde kimsenin aklına hükümet darbesi gelmez.
Sokağa çıkma yasağıyla geçen şu soğuk ve koronalı Pazar gününde herkese akıl fikir, istibdada karşı hürriyet tutkusu ve zihin açıklığı dilerim.
Korona, demişken… Bilim Kurulu’nu topluca kurşuna dizip bir yere mi gömdüler? Tek tek televizyonda görülme sıklıkları da azaldı. Psikolog sosyolog istatistikçi ve din sosyologlarından oluşan Toplum Bilim Korona Kurulu’ndan da ses çıkmıyor.
Ülke sathında pandeminin yayılmasını “lebalep” kongrelerle hızlandırdığı için AKP’ye korona faaliyetinin odağı olmaktan dava açacak babayiğit bir Cumhuriyet savcısı beklemek bu şartlarda hayaldir. Bunu kabul ediyorum. Peki binlerce imzalı bir “Hekimler Açıklaması” da mı yapılamaz?
Bence herkesin her konuda açıklama yapması gerekir. Emekli amiraller, sendikalar, esnaf dernekleri, tarım kooperatifleri, emekli generaller, genel müdürler, imamlar, polisler, öğretmenler, işçiler, kuyumcular, manavlar… Herkes açıklama yapmalıdır!
Bu açıklamalar “Yüce Türk Milletine” diye başlamalı ve gece yarısı internet sitelerine gönderilmelidir. Böylece insanlarımız her gece bir açıklama bekleyecekler ve zamanla “Yüce Türk Milletine” ifadesine ve gönderilme saatine takılmadan açıklamanın içeriğini anlamayı, ülkenin gerçek sorunlarına odaklanmayı öğreneceklerdir. Aksi hâlde hayatından başka kaybedecek bir şeyi kalmayan yurttaşın yakın gelecekte yapmayacağı şey yoktur. Benden söylemesi!… Veryansın, 11. 04. 2021