AYNI AHIRIN ATLARI

Yavuz Alogan

         Parlamentoda temsil edilen ve edilmeyen mevcut siyasî partileri merkez partiler ve marjinal partiler olarak ayırmak mümkündür.

         Marjinal partilerden söz etmeye gerek yok. Bunlar büyük iddialarla kurulan, özgün programları olan fakat güçlü merkezlerle bağlantısı olmadığı için parasız pulsuz kalan, medyada neredeyse hiç görülmeyen, kulüp niteliğinde siyasî oluşumlardır. Kurulurlar, kapanırlar, özellikle seçim dönemlerinde sistemin kenarından zayıf iletişim araçlarıyla seslerini duyurmaya çalışırlar. Üye sayıları genellikle birkaç yüz ile en fazla iki bin arasında değişir.

         Parlamentoda olan ve olmayan merkez partiler ise aynı partinin farklı fraksiyonları gibidir.  Kendi aralarında sıkı bir kavgaya tutuşmuş gibi görünen bu partilerin aynı büyük ahırın (écurie/eküri)  atları olan yönetim kadroları, propaganda amaçlı söylem farklılıklarına rağmen neoliberal iktisat politikalarını, emperyalizmin etnik ve dinî bölünmeleri temel alan insan hakları anlayışını, “yerel yönetim özerklik şartı”nı açık ya da örtülü olarak, vurgu farklarıyla savunurlar. Giderek renkleri solan bir “Atatürk” sembolünden zaman zaman söz etseler de Cumhuriyet’in Devrim Kanunları’nı unutmuşlar ve unutturmuşlardır.

         Merkez partiler özellikle 12 Eylül’den sonra küresel güçler tarafından “dizayn” edilmişlerdir. Emperyalizmin siyasî topluma ve devlet kurumlarına Türkiye’deki kadar derinlemesine nüfuz ettiği ikinci bir ülke bulmak zordur. Dışarıdan infiltrasyonun (sızma) ve manipülasyonun (yönlendirme) en güçlü, en köklü olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir.

         Sistem 12 Eylül’ün açtığı yoldan giderek AKP’yi merkez partilerin tepesine yerleştirmiş, CHP’yi çok ince bir elekten geçirerek ayıklamış; “iki partili” dönüşümlü (istikrarlı) yönetim sistemi tasarısı tutmayınca arkaik MHP’yi bölerek İYİP adı altında bir “merkez parti” denemesine girişmiş; PKK/HDP’yi her defasında düştüğü yerden kaldırarak  siyasetin içinde tutmuş; AKP  küresel güçler arasında denge politikasını abartınca onu  askerî darbeyle devirmeye çalışmış, beceremeyince içinden Deva ve  Gelecek partilerini çıkarmıştır.  Bu “dizayn” çalışması olanca hızıyla devam etmektedir.

         Elbette Saray da kendi “dizayn” faaliyetini sürdürmekte, “vesayetin kalıntısı” olarak gösterdiği CHP’yi siyasetin dışına sürmeye çalışmaktadır. CHP’nin “yenisi”ne bile tahammülü yoktur, zira partinin ismi bile ona Cumhuriyet Devrimi’ni hatırlatmaktadır. Sayın Reis, sadece CHP için “Türkiye’nin geleceğinde yeri yok” ifadesini kullanmakta, diğer partilerle “hukuk reformu,” “yeni anayasa” gibi başlıklar altında mutabakat aramakta, bu partilerin içinde operasyonel faaliyetlerde bulunmaktadır.

Mutabakatın konusu Saray makamını AKP dahil bütün siyasî partilerin üzerinde tutacak ve monarşist yetkilerle donatacak yeni bir Devlet tasavvurudur. Yakayı yabancı sermayeye kaptıran Saray, CHP hariç diğer partileri ve elbette emperyalist merkezleri de bu tasavvura razı etmeye çalışmaktadır.

         Tek bir partinin fraksiyonları gibi duran siyasî partilerden tam bağımsızlık, üretken ekonomi, toplumsal kalkınma, laik ve bilimsel eğitim, ortaçağ kalıntılarının kesin ve sürekli tasfiyesi gibi uygulamalar beklemek hayaldir. Türkiye’de particilik geniş kitleler tarafından heyecanlı rekabet, seyirlik gösteri, lafı gediğine oturtma sanatı, seçimlerde hasmı kündeye getirerek tuş etme marifeti gibi algılandığı için bu partilerin üyeleri aslında bütün partilerin aynı partinin iktidar için mücadele eden fraksiyonlarından ibaret olduklarını akıllarından bile geçirmezler.

Bu yüzden CHP’li üye kendi partisini Atatürkçü, İYİP’li üye kendi partisini “milliyetçi,” AKP’li üye kendi partisini “muhafazakâr demokrat” vs sanabilmekte; Deva ve Gelecek gibi partiler AKP’nin ideolojisine sadakatle bağlı olmakla birlikte bu partinin başlangıç ilkelerinden saptığını iddia edebilmekte; Vatan Partisi gibi kendi istikbâlini Saray’ın siyasî emelleriyle tevhit eden partilerin üyeleri kendilerini “devrimci” gibi görebilmektedirler. Bunların birbirinden farkı yoktur.

         Bu partilerin Türkiye’nin dünyadaki yerine dair algıları ve görüşleri Immanuel Wallerstein’ın  “modern dünya sistemi teorisi” bağlamında çevresel (periferik) ülkelere verdiği rolü andırmaktadır.

         CHP bu rolü Haziran 2015 genel seçimlerinden hemen önce tanıttığı “Merkez Türkiye” projesiyle pek güzel açıklamıştı.  Buna göre Türkiye küresel ticaretin dev antreposu, malların toplanıp dağıtıldığı bir merkez haline gelmeli, küresel kapitalizmin ticaret acentası olarak komisyonla zenginleşen bir ambalaj ekonomisine dönüşmelidir. Mevcut sistemle Türkiye’nin varabileceği en yüksek (!) “gelişmişlik” düzeyi budur.

         Bakın bu görüş bütün partilerde vardır: ticarî bir antrepo, bir tür “hub” (aktarma merkezi) olarak Türkiye. Çinlilerin kuracağı fabrikalar için “ucuz emek cenneti,” limanları, toprakları, telekomünikasyon sistemleri, havaalanları, köprüleri, her şeyi satılmakta olan, buğdaydan teknolojiye kadar her şeyi ithal eden bir ticaret kavşağı, malların geçiş köprüsü, turizm beldesi, aynı zamanda askeri/jeostratejik alt-merkez… Elbette bu sistem hükümdarlık benzeri bir başkanlık sistemini, aşırı merkezileşmiş bir güvenlik devletini gerektirecektir. Saray’ın yeni bir anayasayla yapmaya çalıştığı şey budur.  

Bu sistemde emekçiler İlya Repin’in manşette görülen “Volga Kıyısında Burlaklar” tablosundaki gibi, yolcuları hızla zenginleşen, kaptanı ve mürettebatı giderek mafyalaşan gemiyi çekeceklerdir. Sendikaları sarı, sosyal güvenlikleri sahte, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim imkânları kısıtlı, hurafelerle kandırılmış, tarikatlar cemaatler tarafından baskı altında tutulan bir sömürge halkına benzeyeceklerdir. Bu insanlar haklarına sahip çıkan, bilinçli ve örgütlü yurttaşlar olmaktan giderek uzaklaşacaklar, şekilsiz, iç içe geçmiş, etnik ve mezhebi olarak bölünmüş bir fakir-fukara-garip-guraba kitlesine dönüşeceklerdir. (Bu arada “fakir fukara” kavramının muhalefet partilerinin diline nasıl yerleştiğine dikkat edelim!) 

Merkez partilerin niteliği dikkate alındığında Buğra Kavuncu partide kalırken Ümit Özdağ’ın istifa etmesinde, Teğmen Çelebi’nin Cihangir İslam’la yer değiştirmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Siyaseti “dizayn” mekanizması işlemekte, merkez partilerin içindeki elek çalışmaktadır.

Elbette tepkiler olacaktır.  İYİP’ten ayrılanlar yeni bir parti kuracaklar, kararsız Muharrem İnce kendisine bir söylem seçecek, CHP içindeki yurtseverler “Hedefimiz Ulusal Birlik” başlığı altında çağrı yapacaklar, Vatan Partisi’nden istifa eden sosyalist Aydınlıkçılar Haber2021 sitesinde yeni bir “çıkış yolu” arayacaklardır.

Sistemin içinde çözüm yoktur. Gericilik ülkenin ideolojik iklimini, neoliberal politikalar ise ekonominin yapısını geri dönüşü olmayan bir noktaya getirmiştir.  Sistemi tutunduğu yerlerden sökerek, en azından laik ve sosyal bir hukuk devleti kurmak, planlı ekonomiye geçmek ve toplumsal kalkınmayı başlatmak ancak 1908, 1923 şiddetinde bir devrimin ortaya çıkaracağı kurucu iradeyle mümkündür. Çankaya Köşkü’nde oturacak bir cumhurbaşkanının seçilmesi için bütün güçlerin birleşmesi devrimin ilk adımı olabilir.     Veryansın, 12. 03. 2021