JEOSTRATEJİK DÜŞÜNCE TUZAĞI

Yavuz Alogan

Satranç bir strateji oyunudur. Bazen çalışmaya beş dakika ara verip hayali bir rakibe karşı oynuyorum. Stratejik olarak kazandığımı ya da kaybettiğimi anladığım anda bırakıyorum. Çok keyifli oluyor.  Altmış dört karenin her birini bir ülke ya da coğrafi bölge olarak düşünüp 16 taşınızla ileri doğru sıçrayarak düşmanın şahını düşürmeye çalışıyorsunuz. Veziri balistik füzeler, piyonları vekâlet savaşçıları, atları hareketli topçu ya da hava indirme birlikleri, filleri mekanize piyade birlikleri, kaleleri tank birlikleri olarak tahayyül edebilirsiniz. Böylece önünüzdeki tahtanın oluşturduğu coğrafi alanda çeşitli kuvvetleri kullanarak kendi jeopolitik çıkarlarınızı jeostratejik olarak değerlendirip yönetebiliyorsunuz. Buradaki akıl yürütme tarzının  herkes için (ben dâhil) büyük bir cazibe taşıdığı kesindir.  Hatta geçenlerde bir arkadaşım, “biz jeopolitiği siyasete tercih ettik” dedi, iyi mi?

1947’den 1991’e kadar kırk dört yıl süren Soğuk Savaş döneminde insanlar bu jeopolitika ve jeostrateji kavramlarına fazla kafayı takmamışlardı. Buna gerek yoktu. Dünya politik ve askerî olarak donmuş gibiydi. Bu yüzden savaş sıcak değil soğuk olarak yeniyordu, daha doğrusu buzlukta bekletiliyordu. Askerî paktlar (NATO ve VARŞOVA) bütün küresel saldırı ve savunma planlarını hazırlamışlardı fakat hareket yoktu, çünkü Nagazaki ve Hiroşima’da yükselen mantar biçimindeki bulutların gölgesi henüz unutulmamıştı. Günümüzde yıkıcı silahların gücü öyle bir düzeye geldi ki II. Dünya Savaşı’nı noktalayan atom bombası felaketi olumsuz örnek olma vasfını kaybetti.

Soğuk Savaş yıllarında dünyanın herhangi bir yerinde bir askerî kuvvet bir yerden diğerine hareket ettiği anda bütün ülkeler teyakkuza geçiyordu. Küba Krizi  (1962) önemli bir örnektir. Sınırlı bir bölgede verilen Kore Savaşı’nı (1950-53) bir yana bırakırsak, Vietnam Savaşı (1955-75) sırasında da Asya’da büyük askerî hareketler oldu. Rusya’nın Çin’i kuşatmaya başlaması Mao’yla Nixon’ı bir araya getirdi (1972).

Neyse, uzatmayalım… Elbette Soğuk Savaş döneminde de bu işlerle uğraşanlar vardı: askerî uzmanlar, coğrafyacılar, düşünce kuruluşları vs. Fakat bunların görüşleri ve önermeleri simülasyon ve senaryo düzeyinde kalıyordu. Kavramlar henüz ayağa düşmemiş, herkesin ağzına sakız olmamış, siyasetin ayağına dolanmamıştı.

Coğrafya elbette bir kaderdir. Hatta devrimini yapmış, sosyalizme geçiş sürecindeki ülkeler için de öyledir.  Mesela Lev Troçki, 1939’da yazdığı bir makalede “etki alanları” terimini kullanmış, 1917 sonrasındaki jeopolitik durumla ilgili örnek verirken, “Devrimci yayılma hatları Çarlığın yayılma hatlarıyla aynı idi; çünkü devrim coğrafi koşulları değiştirmez,” demiştir.

 Ancak coğrafyanın bir kader olduğu ve her ülkeye belirli bir politika dayattığı görüşünden hareketle her türlü siyasî faaliyeti   coğrafi politikanın keşfine indirgediğiniz zaman, halktan yana hiçbir siyasî program, talep, görüş oluşturamaz ve herhangi bir eylem hattı belirleyemezsiniz. Hatta muhalefet edemezsiniz.  Özellikle kriz zamanlarında siyasî pusulasını Devlet’in jeopolitik çıkarlarına ayarlayan siyasî hareketler, mevcut siyasî iktidara yönelik her türlü muhalefeti ülkenin yüksek stratejik çıkarlarına göre değerlendirmek gibi bir açmazın içine düşerler. Kendi hükümetlerini ya alkışlarlar ya da ona yol göstermeye, akıl öğretmeye çalışırlar fakat muhalefet edemezler. Böylece, söz gelimi ABD’nin baskı yaptığı İran’da Molla hükümetini destekler, halkın özgürlük mücadelesini “sırası mı şimdi” diye görmezden gelirler.

Ülkemizdeki Saray iktidarının jeopolitik çizgisine baktığımız zaman, ana hatlarıyla   bu çizginin Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” tezinden sapmadığını, onun bir karikatürü hâlinde devam ettiğini görüyoruz. Bu çizgi, özetle, emperyalist güçlerin taşeronu olarak Türkiye’nin güney istikametinde ve Akdeniz havzasında  tarihî Osmanlı imperiumuna yerleşebileceğini,  hatta bu doğrultuda zamanla çok kutuplu dünyanın içinde ayrı bir Müslüman kutbun önderi olabileceğini öngörmektedir.

Saray’ın bu stratejiyi benimsediği, toplumu bu yönde milletten ümmete dönüştürmeye, sınırları belirsizleştirerek etki alanları oluşturmaya çalıştığı, kanıtlama çabası gerektirmeyecek kadar açıktır. Ancak neoliberal iktisat politikalarıyla Devlet kurumlarını teker teker yıktığı, avantacı bir yeni burjuvaziye yaslandığı için bu mikro-emperyal siyasette Saray’ın başarılı olma şansı sıfırdır. Türkiye’nin bölgede “etki alanları” oluşturması şöyle dursun, varlığını sürdürmesi bile sağlam bir ağır sanayi temelini, yüksek bir üretim ve teknoloji kapasitesini, laik ulus-devlet ideolojisini, Devlet’in ve ordunun farklı biçimde örgütlenmesini gerektirir.

 Bu çizginin ABD’nin “yeşil kuşak” projesiyle başladığı, BOP planıyla devam ettiği (“biz BOP eşbaşkanlarından bir tanesiyiz, bu görevi yapıyoruz biz”) fakat Müslüman bir dünya kutbu neoliberal küreselleşmeye uygun düşmediği için Atlantik sisteminin bu çizgiyi reddettiği; daha doğrusu, küresel sistemin emperyal değil kendi içinde bölünmüş, büyük orduları, millî ekonomisi, demokratik kurumları olmayan tam bağımlı bir Türkiye’yi tercih ettiği gayet açıktır.

Öte yanda Rusya ve Çin’in Davutoğlu stratejisini bir şekilde devraldığı, Batı karşıtı her türlü gericiliği içinde barındıran örgütlü bir (“geleneksel”) Müslüman Kutup düşüncesine yatkın olduğu da gayet açıktır (bkz. mesela Dugin’in kitapları, yazıları, demeçleri). Putin’in Türk dış politikasının içine ellerini soktuğu, Erdoğan biraz sarsılsa hemen koşup onu kendi elleriyle yerinde tutmaya çalışacağı görülmektedir. Nitekim Putin, toplumsal olayları bastırmakla görevli Ulusal Muhafızlar Birliği (Rosgvardiya) Başkanı Viktor Zolotov’u Türkiye’ye göndererek bizim özel kuvvetlerimizin hazırlık faaliyetlerini inceletmiştir (Sputnik, 14.05.19).

Saray hükümetinin iki kutup arasında  denge siyaseti izlediği, birinden dirsek yediğinde hemen ötekine koştuğu, ötekinin baskısına maruz kaldığı anda birincisine dönerek  “proaktif” (!) bir denge tutturmaya çalıştığı, ikisinin de şantajına maruz kaldığı için giderek çuvalladığı; dış politikada inisiyatifi kaybettikçe, daralan seçmen tabanına oynamak için maceracı atılımlar yapmaya çalıştığı fakat bunu da beceremediği,  bütün ülkeyi ve bölge ülkelerini  kendine hayran bırakacak bir askerî zafer kazanma, ümmeti coşturarak seçim yoluyla iktidarını yeniden pekiştirme  ihtimalinin  giderek zayıfladığı görülmektedir.

ABD’nin gerileyen emperyalist güç olduğunu görüyoruz. Ancak Britanya emperyalizmin sahneden çekilmesinin iki yüz yıl sürdüğünü unutmayalım.  Yankee emperyalizmi Roma İmparatorluğu gibi en uç noktalardan çözülecek, giderek iç karışıklıklara mahkûm olacak fakat savaşarak, büyük yıkımlara yol açarak geri çekilecektir. Karşısındaki cephenin ise (Çin-Rusya) kendi içinde tarihsel bakımdan sorunlu olduğu (yine bkz. Dugin’in özellikle  “Rus Jeopolitiği” adlı kitabı), kaynaklarının ve siyasetinin  askerî ve iktisadî birlikler kurmasına kısa ve orta vadede izin vermediği açıktır.  

Soru şudur: Türkiye, Cumhuriyet Aydınlanması’nı terk ederek Hilafet özentisi bir rejim altında Ortodoks Rus İmparatorluğu’nun bir “bölgesel devlet”ine mi dönüşmelidir; yoksa Atlantik sisteminin uydusu olarak biraz küçülmüş, federatif bir Müslüman Ortadoğu ülkesi  mi olmalıdır? Bu iki soruyla bağlantılı son bir soru: Türkiye bütün emperyal/emperyalist kutuplara mesafeli duran, geleneksek dış politikasına dönmüş laik, sosyal bir hukuk devleti olma şansını tamamen kaybetmiş midir?

Eğer bu sonuncu soruya olumlu yanıt veriyorsanız, Allah müstahakkınızı vermiş, layık olduğunuz rejimi bulmuşsunuz demektir. Fakat hâlâ ümmet değil millet olabileceğinizi düşünüyor, hürriyet ve demokrasi istiyorsanız, satranç tahtasının başından kalkacak, jeostratejik düşünce tuzağından kurtulacak, halkın taleplerine kulak verecek, “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” kurmak için Saray hükümetine muhalefet edeceksiniz. İster sağcı, ister solcu ya da mütedeyyin olun, günümüzün reformculuğu da devrimciliği de bunu gerektiriyor. Fazla geç olmadan… Atı alan bir kez daha Üsküdar’a geçmeden.  Veryansıntv, 17. 01. 2020