Yavuz Alogan
İyice yükselip Saray mertebesine çıkan bir siyasî iktidara, aşağılardan akıl öğretme, yol gösterme çabası kadar aptalca bir uğraşı yoktur. Bu uğraşıyı siyaset ya da muhalefet sananların kendi dertlerini anlatmak için debelenip durmaları tek kelimeyle gülünçtür.
Saray kendi başına bir yönetim birimi, kararların alındığı merkezdir. Saray’ın kendi bürokrasisi, asker sivil danışmanları, çeşitli konularda uzmanları, muhafızları vardır. Saray, bağımsız yapısı olan bir iktidar makamı, monolitik (yekpare) bir oluşumdur. Meclis çoğunluğunu elde tuttuğu sürece meşrutî monarşi görünümünü sürdürür. Meclis çoğunluğunu kaybedeceğini anlarsa, elindeki bütün güçleri kullanarak, hatta iç savaşı bile göze alarak mutlak monarşiye geçmenin yollarını arayacaktır. İçine düşebileceği en zor durumda Saray yargılanmama güvencesi karşılığında iktidarını ancak bir benzerine devredebilir.
Tarihin hiçbir döneminde yasamayı, yargıyı, yürütmeyi; bütün kuvvetleri kendi elinde toplamış bir Saray’ın serbest seçimlerle el değiştirdiği görülmemiştir. İcraatı anayasal kurumlarla denetlenmeyen, devletin yasama kurumuna hesap verme yükümlülüğü olmayan, toplumun içindeki örgütlü baskı gruplarından çekinmeyen bir hükümdarın, XIV. Louis gibi, “Devlet benim / L’État c’est moi” demesini önleyecek bir mekanizma var mıdır?
Vatanın selâmeti, milletin birlik ve beraberliği için en uygun olanı düşünmek eli kolu bağlı muhalefet partilerinin, siyasî laf etmekten ödü kopan sendikaların, kendi içinde kırk parçaya bölünmüş baroların, artık var olmayan akademinin, arada bir mırın kırın eden işveren örgütlerinin, kendinden hoşnut entelektüellerin, gariban öğrenci gruplarının işi değildir. Saray, siyasî toplumun itiraza eleştiriye yeltenen bireylerini ve gruplarını en üst perdeden konuşarak aşağılar, onlarla alay eder; kutsal sözleri, yüzde 95’ine hükmettiği iletişim kanallarından anında kitlelere ulaştırılır.
“Taç giyen baş akıllanır” diye daha çok beklersiniz. Bizim görüşlerimize yaklaştı, ama şimdi biraz uzaklaştı, yok ortaladı ilerliyor bize doğru geliyor, iyi iş yaptığında överiz kötüsünü yaptığında yereriz, hepimiz aynı fidanın güller açmış dalıyız, biz Saray’a mecburuz (Var mı başka iktidar formülü?), şu geminin dümeninin ucundan biraz da biz tutalım diye yaltaklanırsanız, fena hâlde aşağılanırsınız, taraftarlarınızı kaybedersiniz, örgütünüz dağılır.
Bazı durumlarda muhalefet topyekûn yapılır; iyi ve kötü icraat diye ayırım yapılmaz. Hitler 1933-1939 arasında Almanya’da muazzam bir gelişme sağladı fakat hiçbir geri zekâlı komünist, sosyal demokrat, Katolik ya da liberal çıkıp da “onun yaptığı olumlu işleri destekliyoruz” demedi. XVI. Louis’nin her yaptığı yanlış mıydı? 1789’dan hemen önce adamcağız her konuda reform yapmaya çalışıyordu. Jakoben Kulüpleri bu reformları neden desteklemedi acaba? Namık Kemal, memâlik-i şahâne, vatan millet diyerek Padişah Abdülaziz’in reformlarını destekledi mi?
Bir hükümdar her daim haklı ve muzaffer, en doğrusunu bilen ve yapan olduğuna bir kez inandığında, başından tacını alamazsınız, ikisi bütünleşmiş, kaynaşmıştır artık. O artık istediği her şeyi, kimseye sormadan ve danışmadan, sadece kendi adamlarıyla müzakere ederek yapabilecektir. Kanal’ı da açacak, köprüyü de yapacak, toprakları Araplara da satacak, Libya’daki İhvan’ını kurtarmak için çöllere asker de sevk edecek, İdlib’den akın eden yüz binlerce vahşi teröristi aileleriyle birlikte kucaklayacak, en şahane silahları satın alacak, ülkenin jeopolitiğini bir o tarafa bir bu tarafa göstererek büyük güçler nezdinde şahsının vazgeçilmezliğini kanıtlayacak, memleketin elde avuçta kalan iktisadî değerlerini fonlarda toplayıp dilediği gibi harcayacaktır.
İktidara akıl öğreten güzelce yazılmış bilimsel makaleler, itiraf etmeliyim ki benim asabımı bozmaya başladı. Sonu mutlaka “Türkiye derhal Suriye ve Mısır’la anlaşmalıdır” diye biten yazılar ya da Kanal İstanbul’un bilimsel sakıncalarını şehircilik, ekoloji, Montrö vs açısından rakamlar vererek inceleyen çalışmalar… Yanlış anlaşılmasın; bunlar elbette faydalı, öğreniyoruz, fakat öğrendiklerimiz bir işe yaramıyor.
Saray hiçbir zaman “Esed” ve “Sisi”yle anlaşmayacak. Bu anlaşmama tutumunun jeopolitik bilgisizlikle ilgisi yok. Yani Saray, sizden gerçekleri öğrenip, “Aa öyle mi, peki o zaman,” demeyecek. Çünkü o kendi jeopolitik çıkarlarını sizden farklı biçimde, mezhebî/ideolojik parametrelerle tanımlıyor. Ne yaptığını kendince gayet iyi biliyor. ABD’yi, olmadı Çin-Rusya’yı razı ederek Türkiye’ye güney istikametinde bir Sünni nüfuz alanı sağlama umudunu saplantı hâline getirdiği için böyle yapıyor. İktidarda kaldığı sürece bu çizgisini değiştirmeyecektir. O bir dava adamı, hedefleri var. Yüz yıllık Cumhuriyet parantezini kapatarak Osmanlı’nın “Lebensraum”una (hayat alanı) yöneliyor, dinî esaslarla yönetilen emperyal bir güç olmak istiyor.
Kanal İstanbul açılınca Marmara çürük yumurta kokacak, Trakya’nın savunulması zora girecek, Bulgaristan ve Romanya’nın talebi üzerine NATO Montrö’yü gündeme getirecek, Ruslar bu işe çok bozulacak gibi kaygıları yok Saray’ın. Onu ilgilendiren iki şey var: Kanal’ın kendi fonlarına akıtacağı 350 milyar dolar gelir ve kendi kaderini Arap sermayesine bağlamak. Kötüsü gelirse duruma göre vaziyet alacak. İsterseniz yalvarın! Asla fikrini değiştirmeyecektir. Bunu hâlâ anlamadıysanız, “Esad’ı tanı, ‘rejim’ deme, Sisi’yle anlaş, diplomasiyi kullan, Libya’da savaşacak yerde arabulucu ol, Kanal’ı açma” diye feryat etmeye devam eder durursunuz. Hiçbir faydası olmaz. Yukarıya konuşacağınız yerde aşağıdan örgütlenmeye çalışsanız daha iyi edersiniz.
Şu on yedi yıl içinde Saray satılmadık tek bir yerli ve millî kuruluş bırakmadı. Kamuya ait olan ne varsa özelleştirdi. Memleketimizin tütününü, pamuğunu, pancarını, ayçiçeğini yok etti. Ülkemizin tarımını betona gömdü. Topraktan kopardığı insanları maaşa bağlayarak kadrolu seçmen olarak istihdam etti. Ve şimdi, sağdan soldan toplanmış siluet hâlinde bir otomobili şatafatlı bir görgüsüzlükle, ses ve ışık oyunlarıyla tanıtarak, “yerli ve millî üretim” diye millete yutturuyor. Siz de alkışlıyorsunuz, öyle mi? Büyük üretim hamlesine “millî” olduğu söylenen otomobille mi gideceksiniz? Savaş yayılır ve kriz derinleşirse karnınızı nasıl doyuracaksınız?
En kör gözler, en aylâk zihinler bile Saray’ın iktisat politikalarının ve dış politika hatalarının bugünkü açmazlara yol açacağını görebilir ve düşünebilirdi. Nitekim görüldü, düşünüldü ve söylenmesi gereken her şey söylendi. Fakat değişen bir şey olmadı. Bundan sonra da olmaz.
Aslında Anayasa’yı vermeyecektik. Bizim ülkemizde anayasalar hep yukarıdan getirilip yukarıdan geri alındığı için halkımız kendi kaderiyle anayasa arasındaki bağı tam olarak anlayamadı. Anayasa, halkın mücadelesiyle kazanılan “insan derisiyle kaplı anayasa” olmaktan çıkmış, iktidarı gasp eden ya da ayrılmaz biçimde oraya yerleşen askerî ya da siyasî grupların meşrebine göre değişen, her defasında delik deşik edilen bir metne dönüştürülmüştür. Halkın, milletin anayasası değil, Saray’ın hâkim sınıflarla mutabakatını temsil eden bir anayasadır.
Aslında kentli insanlarımız muhalefet potansiyelini 2007’de ve 2013’te ortaya koymuşlardı. Ve birkaç yıl önce tarihimizde belki de ilk kez tabandan, laiklik-kamuculuk-milletin egemenliği temelinde bir anayasa için mücadele imkânı doğmuştu. Bu imkânı değerlendiremediğimiz için ödeyeceğimiz toplam bedel her geçen gün biraz daha ağırlaşacaktır. Veryansıntv, 03. 01. 2020