NE DEMİŞ ROSA LUXEMBURG?

Yavuz Alogan

Modern zamanlarda devletler sonunu hesap etmeden yarattıkları koşulların etkisiyle savaşa sürüklenmişlerdir.  Bizzat yarattıkları koşulları siyasî ve / ya da iktisadî krizlerin baskısıyla zorlamışlar ve ilk top ateşlendiğinde ortaya çıkabilecek sonuçları asla öngörememişlerdir.

1891’de Rusya ticaret alanını genişletmek için, bugünkü Çin’in İpek Yolu gibi, fakat ters yönde doğuya doğru açıldı, Trans-Sibirya demiryolunu inşa ederek Japonya’nın gözünü diktiği Kore ve Mançurya’ya uzandı. 1905 Rus-Japon savaşının koşulları böylece oluştu.  Fakat savaşı tetikleyen olay, Yalu ve Tümen nehirlerinden Rusların kereste nakliyatı yapmalarına bozulan Japonya’nın Port Arthur ve Çemulpo limanlarındaki Rus gemilerine saldırmasıyla gerçekleşti. Çarlık Rusyası savaşta ağır bir yenilgiye uğradı, bir daha da iflâh olmadı.

Otto von Bismarck’ın 1871’de Almanya’yı birleştirmesi ve Alsace-Lorraine’i ilhak etmesi, daha sonra  Kayzer II. Wilhelm’in bir denge adamı olan  Bismarck’ı azlederek (1890)  bir sömürgecilik programı ilan edip donanma inşasına girişmesi, I. Dünya Savaşı’nın koşullarını hazırladı. Fakat savaşı tetikleyen kurşunlar, Saraybosna’da Sırp Princip’in  Arşidük Franz Ferdinand ile karısına doğrulttuğu  tabancadan çıktı (1914). Bölge Slavlarının birleşme ihtimali her türlü etnik gruptan oluşan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun  kendi akıbetini görmesine ve Sırbistan’a saldırmasına yol açtı. Ruslar, Slav kardeşlerinin ezilmesine izin veremezlerdi. İngiltere ise   Almanya’nın kıtaya hâkim olmasından, kendi sömürgelerine göz dikmesinden korkuyordu. Zincirleme tepkilerle birbirlerine girdiler. Buna birinci paylaşım savaşı dedik.

I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren Versailles Antlaşması, II. Dünya Savaşı’nın koşullarını hazırladı. Hitler, Polonya’yı Stalin’le paylaşırken  (1939) İngiltere ve Fransa’nın ses çıkarmayacağını düşünmüştü. Haksız sayılmazdı.  O zamana kadar Avusturya’yı ilhak etmiş, Sudeten Almanlarını kurtarma bahanesiyle Çekoslovakya’yı yutmuştu. Bütün bunlar olurken, Fransa sadece  mırın kırın etmiş, İngiltere Başbakanı Chamberlain ise  Hitler’le Münih’te yaptığı anlaşmayı (1938) sonsuz barışın belgesi olarak yüceltmişti. Fransa ve İngiltere  Almanya’ya savaş ilan ettiğinde Hitler şaşırdı ve savaş makinesini durduramadı. Bu olaya ikinci paylaşım savaşı dedik.

 Nazi olmayan profesyonel askerlerin, özellikle Barbarossa Harekâtı’ndan (1941) hemen önce General  Walter Warlimont’un Almanya’nın üç buçuk cephede (İngiltere-ABD’ye karşı Batı’da ve Kuzey Afrika’da, Rusya’ya karşı doğuda ve buçuk olarak Balkanlar’da)  savaşması hâlinde kesinlikle yenilgiye uğrayacağına ilişkin kapsamlı raporunu Führer öfkeyle yırtıp parçaladı. Savaştan sonra Hitler’in  Alman diş hekimi tarafından teşhis edilen yanmış çene kemiği günümüzde KGB arşivlerinde yer alan bir kutunun içinde muhafaza ediliyor.  

Emin olun, savaş koşullarının hazırlanması, küçük savaşların zincirleme etki yaratarak büyük savaşlara doğru durdurulamaz bir hızla gelişmesi bakımından günümüzde değişen bir şey yok.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, NATO’nun Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi ve Batı Asya’daki ulus-devletlere saldırması Üçüncü Dünya Savaşı’nın koşullarını hazırladı. Rusya ve Çin’in kapitalizme geçmesi; birincisinin petrol gelirleri sayesinde hızla silahlanması; ikincisinin, dünya ticaretinde inisiyatifi ele geçirerek batıya doğru   yayılması Soğuk Savaş döneminde oluşan bütün dengeleri bozdu.

  Dünya nüfusu sekiz milyara yaklaşırken enerji ihtiyacı önceki çağlarda görülmemiş ölçüde arttı; kıt kaynakların kullanımını ve paylaşımını düzenleyen sistemler zayıfladı, uluslararası hukuk kuralları ve bütün BM Sözleşmeleri anlamını ve geçerliğini kaybetti. Emperyalist kapitalist ülkeler enerjiyi ve enerji iletim yollarını, su ve gıda kaynaklarını ele geçirmek için itişmeye, vekâleten savaşmaya başladılar. Buna üçüncü paylaşım savaşı diyoruz.

Savaşın koşulları oluştu ve bu koşullar hızla derinleşmeye başladı. 11 Eylül 2001 saldırısı bir sıçrama noktasıydı;  Baltık Devletleri’nin topluca NATO’ya geçmesinden  (1999-2004), Rusya’nın Kaliningrad Füze Üssü’nü (bütün Avrupa’yı vurabilecek) aktif hâle getirmesinden (2011),  Malaka boğazı ve Güney Çin Denizi’nde ABD ve Çin’in karşılıklı manevralarına kadar   pek çok gelişme  topyekûn savaşın koşullarını olgunlaştırdı. Fakat nükleer bir savaşın kazananı olmayacağı için bugüne kadar hiçbir olay topyekûn savaşı tetikleyemedi. Kimse namluya mermi sürmeye cesaret edemediği için tetik boşa düşüyor.

Ne var ki geçmiş dünya savaşlarının hemen öncesinde yaşananlardan farklı olarak, dünya liderlerinin neredeyse her gün  savaş ilan ettikleri görülüyor. Mesela Trump, Kasım Süleymanî krizinden sonra bütün dünyanın nefesini tutarak beklediği konuşmasına, “Günaydın” demeden önce, şu sözle başladı: “ABD Başkanı olduğum sürece İran’ın nükleer silah edinmesine asla izin verilmeyecektir.” Bu bir savaş ilanıdır. Yani diyor ki sonunda ABD-İsrail, NATO’yu da peşinden sürükleyerek mutlaka İran’ı çökertecek, Basra Körfezi’ne hâkim olacak, Hürmüz boğazına oturarak petrol sevkiyatını kontrol edecek, Pakistan’ın Gwadar Limanı’nı kuşatarak Çin’in boğazını sıkacak, oradan Kafkaslara doğru uzanarak Rusya’yı sıkıştıracak.

Putin ise neredeyse iki günde bir savaş ilan ediyor. Daha geçen gün mealen şöyle dedi: “Dünyanın her yerini vurabilecek, dünyanın bütün hava savunma sistemlerini etkisiz bırakan kıtalararası nükleer bir füze ürettik.” Bravo! Yani diyor ki NATO’yu burnumun dibine bile getirsen, şahane füzelerimin tehdidi altında seni hareketsiz bırakarak sonunda Ukrayna’yı geri alacağım ve Baltık denizine doğru ilerleyeceğim (Bizden, mesela İstanbul Boğazı’ndan ve Trabzon Limanı’ndan uzak, cehenneme kazık!)

Şi Cimping’in şahsında “kişiye tapma kültü”nü canlandıran Çin ise her zamanki sessiz ve derinden tutumuyla kapitalizmin kalelerini içten fethederek söylemini ticaret savaşlarıyla, her çatışmada bir müttefik bulma çabasıyla sınırlıyor.

 Yol görmemiş, tarihsel ve kültürel derinliği olmayan  fakat dünyayı yöneten bu adamları Roosevelt, Churchill, Stalin, Mao gibi adamlarla kıyaslamak insanlığın geleceği hakkında karamsarlık yaratır. Dünya maalesef eski bir otel ve eğlence sektörü patronunun, eski bir Rus casusunun ve Mao’nun kapitalist versiyonunun alacağı kararlara kaldı. Birincisi, dünyayı büyük bir kapitalist işletme gibi görüyor (nitekim dedesi de genelev işletiyormuş); ikincisi, Rambo ayaklarında silah fetişizmine kapılmış,  füzeleriyle satranç oynuyor; üçüncüsü,  artıkdeğer sömürüsüyle elde edilmiş muazzam bir sermayenin üzerine kızıl bayrak dikmiş, dünya ticaretini ülkelerin altyapısıyla birlikte ele geçirmeye çalışıyor. Bu adamların insanlığa katabilecekleri hiçbir değer yok.  Bunların güç ve kâr elde etmekten başka bir kaygıları da yok.

Bütün büyük savaşlardan sonra uluslararası bir sistem, bir tür uluslararası hukuk düzeni oluşturma çabası görülmüş. Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra Westfalya Antlaşması (1648), Napoleon Savaşları’nın ardından Kongre Düzeni (Viyana Kongresi, 1815), I. Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti (1920), II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler Düzeni (1945).

Günümüzün temel sorusu şudur: bu adamlar bunca nükleer füzeyi kullanmayacaklarsa nerelerine tatbik edecekler?  Ya da şöyle soralım:   yeni bir dünya düzeni, nükleer savaş felaketine yol açabilecek topyekûn bir çatışmanın ardından mı, yoksa böyle bir savaşı önlemek için mi kurulacak?

İkinci soru beraberinde bir başka soruyu getiriyor: bu adamlar kâr ve güç edinme hırslarını nasıl dizginleyecekler?

Sonuncu sorunun tek bir cevabı var: emperyalist ülkeler askerî ve jeostratejik olarak birbirlerini kuşatırlarken, vekâlet savaşlarını iyice azdırıp terörü  siyasî bir enstrüman olarak kullanırlarken canı yanan dünya halkları  sokaklara çıkıp neoliberal kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele edecekler, örgütlenerek kendi devletlerini kuşatacaklar, silahsızlanmayı ve yeni bir dünya düzenini onlara zorla kabul ettirecekler ya da mevcut devletleri yıkıp, yerine  yeni devletler kuracaklar.

Kim  ne derse desin, başta sosyalizm olmak üzere bütün  antikapitalist toplumsal düşünceler 19. ve 20. yüzyılda sıradan insanı dünya sahnesine bir güç olarak çıkardı. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri de sıradan insana, kazanılmış hakları olan bir yurttaş kimliği kazandırarak aynı şeyi yapmıştır. Neredeyse iki yüz yıl boyunca hiçbir devlet sıradan insanların gücünü görmezlikten gelemedi. Bütün o toplumsal kalkınma programları, sosyal kazanımlar,  refah devleti uygulamaları hep o güç sayesinde, sıradan insanın  örgütlü mücadelesiyle gerçekleşti. Günümüzde bu gücü umursayan yok.  Şirketleşmiş devlet ve devletleşmiş şirket sıradan insanı köleleştirmeye, aptallaştırmaya,  ümmetleştirmeye çalışıyor.

Ya bu insan bu kez bütün alt ve orta sınıfları da toplayarak geri gelecek, etnik ve dinî kimliğinden soyunarak yurttaş kimliği edinecek ya da  dünya insan türünü sırtından atacak ve  olanca ihtişamıyla canlanarak hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edecek. Bu yeni bir fikir değil, elbette. Polonya kökenli Alman  komünist Rosa Luxemburg   bunu 1915’te söylemiş: “Ya sosyalizme geçiş ya da barbarlığa düşüş.” Veryansın, 10. 01. 2020