NAMIK KEMAL VE DEVLETİN HAYSİYETİ

Yavuz Alogan

         Mithat Cemal Kuntay, Namık Kemal biyografisinde (Alfa Yayınları 2019) Padişah Abdülaziz’in devleti ve orduyu modernleştirme çabalarını anlatır.  

Abdülaziz, günümüzde Danıştay’a denk düşen Şûrayı Devlet’i kurar, Yargıtay’ın temelini oluşturan Dîvan-ı Ahkâm’ı Adliye’yi  kuvvetler ayrılığı ilkesini andıran bir yapıyla yeniden düzenler. Devlet idaresine çekidüzen verir. O zamana kadar halktan toplanan “kapıaltı hasılatı”yla geçinen valilerin her ay düzenli maaş almalarını sağlar. Taşra mahkemelerini kurala bağlar, “hususi para almayan kadı” uygulamasını başlatır. İstanbul Üniversitesi’ni Fransız eğitim sistemine göre yeniden düzenler. Sirkeci Garı’nın temellerini atarak şimendiferi imparatorluğun batı topraklarına getirir.

         Fakat en önemlisi askerî reformlardır. Abdülaziz orduyu kaval tüfeklerden kurtarır, askerleri 600 000 yivli tüfekle donatır. Krupp topları satın alır ve çelik gemi inşaatına başlar. Artık tophanede silah, tersanede zırhlı gemi üretilmektedir.

         Fakat Namık Kemal’in yıldızı Sultan Abdülaziz’le bir türlü barışmaz.  Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat Fermanı’yla girdiği yolda haysiyetini kaybettiğini düşünmektedir. Dışarıya karşı el pençe dîvan duran bir tür Tanzimat Paşası, yüksek devlet memuru tipi türemiştir.

         Mithat Cemal Kuntay, Namık Kemal’in sorununu şu sözlerle anlatır:

         “Hatta ordu ve donanma, Aziz devrinde ve Girit isyanında bir aralık sahiden vardı.  Ordu, Sırp isyanını Moskof’a karşı ezecek kadar vardı; donanma da Girit isyanının cezasını Pire’de Yunan’a verecek kadar. Öyleyken ne Avusturya Başvekili Andraşi’nin ne de Fransa Hariciye Nazırı Mutiye’nin iki kâğıdından kuvvetli değildik.

         “Bu iki kâğıttan Tanzimat vezirinin ödü kopuyordu. Çünkü Tanzimat veziri Avrupa’dan ne kadar korkarsa o kadar hariciye nazırıydı.

         “Bu derece silahlı bir devlet bu kadar haysiyetsiz olsun, işte Kemal bunu anlayamıyordu” (s. 131.  121

         Namık Kemal, “Memleketin takriben bizim olmasına razı değildi. Memleket tamamen bizim olacaktı … Ve toprağından evvel haysiyeti olan bir vatan!” (s. 132).

         Namık Kemal  kendi doğumundan (1840) seksen yıl önce,  1760’larda başlayan Sanayi Devrimi’ni ıskaladığı için koskoca Devlet-i Aliyye’nin iki ecnebi hariciye nazırının “kâğıdından” daha zayıf olmasını anlayamıyordu. Elbette “haysiyetli” olmalıydık, fakat haysiyetin de mutlaka bir alt yapısı; buhar gücüyle çalışan fabrikaları, mekanik dokuma tezgâhları, gelişmiş üretim gücü, burjuvazisi ve proletaryasıyla  en azından başlangıç evresinde modern bir sınıfsal yapısı olmalıydı. Bunlar olmayınca, gâvurun “iki kâğıdı”ndan daha kuvvetli olamıyor ve haysiyetimizi düveli muazzama’ya karşı  muhafaza ve müdafaa edemiyorduk.

         Vatan şairi Namık Kemal’den bu yana pek çok badire atlattık.  Haysiyetimiz defalarca müstevlinin ayakları altında çiğnendi.  Osmanlı zamanında kaybettiğimiz haysiyeti Cumhuriyet Devrimi’yle kazandık. Fakat son   on yedi yıl içinde iktisadi devlet kurumlarından eğitim kurumlarına ve askeriyesine kadar Cumhuriyet Devrimi’nin bütün kazanımlarını dağıtıp yok eden, kamu mallarını satıp parasını kendi taraftarlarına ve seçmenlerine yediren, emperyalistin şantajına maruz bir heveskârın ümmeti olma yolunda gâvurun “iki kâğıdı”na muhtaç hâle geldik.

         Şimdi yeni bir fırtınanın içine doğru ilerliyoruz. 1912 yılında, Balkan Harbi’nin başlangıcında denildiği gibi, ülkemiz “hufre-i inkıraz ve pençe-i izmihlâldir” (uçurumun kıyısında ve yıkımın pençesinde). Siyaset kurumu kendisini ABD’den Çin’e, Avrupa’dan Rusya’ya kadar bütün emperyalist ülkelerin lobi faaliyetine indirgemiştir.

Bazılarına göre, “Türkiye emperyalist güçlerle mücadele ediyor.” Kimse hayale kapılmasın!  Emperyalizme karşı mücadele ancak mevcut siyasî iktidarı aşan bir halk hareketiyle, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet Halk Partisi’nin Dördüncü Büyük Kurultayı’nın (1935) açılış konuşmasında dile getirdiği “arasız devrimler”in canlandırılmasıyla mümkündür.  Sosyalizme mi, kapitalizme mi, Turan’a mı, artık her nereye gidecekseniz, yolunuz mutlaka bu “arasız devrimler”den geçecektir.  Aksi hâlde, bildiğiniz Türkiye’den geriye hiçbir şey kalmayacak, gelecek nesillere hiçbir ulusal değer aktarılamayacaktır.  Veryansın, 18. 10. 2019