“BÜYÜK ANLATI”NIN GERİ DÖNÜŞÜ

Yavuz Alogan

         Küresel sermaye dünyanın yedi kıtasında uluslararası şirketlerin, dev kartellerin yönettiği tek bir küresel kapitalist piyasa istedi. Bu düşünce yeni değildi. Fakat sistemin teorisyen ve filozoflarının bu isteği bir imkân olarak gördükleri, bu yönde küresel bir program arayışına girdikleri tarih muhtemelen 1989 yılıydı.

         O yıl Polonya’da başlayan olaylar bütün Doğu Bloku’nu çökerterek Moğolistan’a kadar yayıldı. SSCB’nin dağılmasına iki yıl vardı, fakat oligarkların işbirlikçi kesimi küresel piyasayla bütünleşmeye hazırdı. Deng Şiaoping’in “Zenginleşmek çok şerefli bir şeydir” dediği Çin aynı yıl gerçekleşen Tien Anmen olayları nedeniyle çöküşün eşiğinde duruyor gibiydi. Berlin’de ışıklı bir panoda Marx, göz kırparak, “Kusura bakmayın kardeşler, öylesine bir fikirdi” diye özeleştiri yapıyordu.

Küresel Piyasanın İki Şartı

         Tek bir küresel kapitalist piyasa yaratmanın iki şartı vardı. Birinci şart, en zayıf ülkelerden başlayarak ulus-devletleri dağıtmaktı. Gümrük duvarları olmayan, iktisadî devlet teşekkülleri ve kamusal olan her şeyi özelleştirilmiş, büyük millî   orduları küçülerek emperyalizmin hizmetinde paraya bağlanmış, ucuz işgücü çokuluslu şirketlerin kölesi olmuş, toplumsal kalkınma planlarından vazgeçmiş, güçlü yerel yönetimlerle parçalanmış, merkezsiz bölgeler yaratmak istediler.

         İkinci şart, postmodernizmin Büyük Anlatılar (Grand Narratives)  diyerek mahkûm ettiği  her şeyi Küçük Anlatılar içinde parçalayıp etkisizleştirmekti. Modernizm, Aydınlanma, Akıl Çağı gibi büyük anlatıların yerini, yerel/bölgesel, çok parçalı, küçük (güzeldir!), somut ve soyut, bireysel ama aynı zamanda kişiye göre farklılaşan, zaman içinde sürekliliği olmayan anlatılar alacaktı.  Bu anlayış siyaset alanına aktarıldığında, yerleşik düzeni devrimle yıkmak, iktisadi ve toplumsal yapıları dönüştürmek hem gereksiz hem de imkânsız olacaktı. Sınıf mücadelesi, her türlü Jakobenizmle birlikte terk edilecek, etnik grupların, dinî cemaatlerin, eşcinsellerin davalarını,  yeniden  tanımlanan “insan hakları” bağlamında savunmak gerekecekti. Finans baronları bu küçük anlatı mücadelelerini coşkuyla ve parayla desteklediler.

Devletin dönüşümü

         Fakat bu yönde gidilirken bir aksilik oldu. Daha doğrusu iki aksilik oldu. Birincisi;  sosyal devletin  verdiği bütün kamu hizmetleri özelleştirilince devlet denilen aygıt çıplak bir baskı gücüne, yarattığı zenginlerin muhafızına dönüştü ve  ayrı bir silahlı  anonim şirket gibi  oldu. 1789’un Yurttaş Hakları, yerini müşteri haklarına bıraktı. Artık önemli olan müşterinin, yani tüketicinin memnuniyeti idi.  

Fakat yapısı gereği sürekli kriz üreten kapitalizm bütün müşterileri memnun edemezdi.  İşçi sınıfını sömürerek üreten klasik kapitalizmin yüzyıllardır süren sermaye birikim modeli bozuldu ve finans kapital sanallaştı; kapitalist müteşebbisin yerini finans baronları almaya,  artık bir müşteri olan yurttaş giderek köleleşmeye başladı. Sonunda Fransızlar Bastille Meydanı’na Macron için giyotin yerleştirecek kadar öfkelendiler. Şimdi Büyük Anlatı’yı, sosyal devleti geri istiyorlar, müşteri değil yurttaş olmak için savaşıyorlar.

         İkinci büyük aksilik, bazı bölgeleri kaybetmesine rağmen Rusya’nın  eski imparatorluğunu yeniden kurmak için savaşı göze alması ve Çin’in kendi krizlerini çözerek dünya ticaretini ele geçirmeye başlamasıydı. Devletlerin Birinci Dünya Savaşı öncesindeki gibi bölünmesi, az ve çok gelişmiş bütün ülkelerde milliyetçi akımları güçlendirdi; ulus-devlet anlayışı küllerinden doğarken, insanlar özelleştirilen her şeyi nasıl kamulaştırırız, toplumsal kalkınmayı, planlı ekonomiyi nasıl gerçekleştiririz diye düşünmeye başladılar.  

Yeni bir çağ başlıyor

           Batılı devletlerin kendi halklarını müşteri olarak tutma şansları tükendi. Müşteriler hizmetten memnun kalmadılar; yeniden  sosyal refah devletinin yurttaşları olmak istiyorlar. Parasız eğitim, sağlık ve güvenlik istiyorlar. Bunu vermeyen devleti ayaklarının altında böcek gibi ezecekler.  

Ulus-devletlerin halkları, emperyalizmin yeni insan hakları anlayışına göre bölünmenin kendileri için bir felaket olacağını  anladılar. Öte yanda, şirketleşmiş devletlerin, herkesin her şeyi bildiği  şu iletişim çağında, özellikle batı ülkelerinde insanları emperyal paylaşım savaşlarına ikna etme, kitle hâlinde savaş mezbahasına sürme şansı da azaldı.

Azgelişmiş ülkelerin ulus-devletleri ise  parçalandıkları anda başlarına neyin geleceğini Irak, Libya ve Suriye örneklerinde çok somut olarak gördüler; bu yüzden, bu ülkelerin hükümetleri her türlü emperyalist baskıya direnecekler, direnemedikleri yerde  halk ayaklanmalarıyla yıkılacaklardır. Sonuç olarak yeni bir direniş, ayaklanmalar ve devrimler çağı başladı. “Büyük Anlatı” modernite, ilerleme, ulus-devlet, vatan ve bayrakla birlikte geri döndü. Aydınlık, 10. 12. 2018