SİYASET ÇARKI

Yavuz Alogan

         Küresel sistemin merkezinde yer almayan, ekonomisi dışa bağımlı, kaynakları yetersiz ülkelerde  siyaset çarkı iktidar katında olanların her türlü idealizmini öğütüp un ufak ederek döner.

         Jean Paul Sartre’ın  1946’da senaryo olarak yazdığı Siyaset Çarkı  (Ataç Kitabevi, 1963) bu döngüyü anlatır. Sayın Reis’in AKP’nin Kızılcahamam toplantısında yaptığı konuşmayı dinlerken  senaryonun baş kahramanı Jean Aguerra’yı hatırladım.

         Aguerra bir devrimle iktidara gelir. Sartre bunun ne tür bir devrim olduğunu söylemez. İktidarı ele geçiren Aguerra, ifade ve basın özgürlüğü kusursuz gerçek bir demokrasi,  tam bağımsız bir ülke kurmaya kararlıdır. Fakat komşu emperyalist ülkenin baskıları yüzünden  ülke ekonomisi kısa sürede felç olur. Aguerra dış güçlerin kıskacından kurtulmak için debelenirken,  zalim bir diktatöre dönüşür. Bunun üzerine ülkede,  bu kez Aguerra’yı deviren, yine özgürlük ve demokrasi vaat eden bir başka devrim  olur. Fakat  kaynakları kıt olan  ülkenin iktisadi altyapısı tam bağımsızlığa uygun değildir. Dış baskılar aynen devam eder ve siyaset çarkı yeni muktedirleri ezerek bir kez daha dönmeye başlar.

         Bizdeki senaryo  kronolojik olarak  farklı. Bizim Aguerra  da demokrasi vaat ederek fakat emperyalizmin eliyle iktidara yerleştirildi. Görevini başarıyla yerine getirdi. Diyarbakır’ı BOP projesinin yıldızı hâline getiremediyse de Özal’ın başlattığı, Derviş’in yerleştirdiği düzeni sürdürdü; ülkenin bütün varlıklarını küresel piyasada satışa çıkardı, sıcak para ve ithalata dayalı   serbest piyasa ekonomisi temelinde başkanlık rejimi kurdu. Akran akraba kayırmacılığını yaygınlaştırdı, seçmeni müşteri hâline getirdi. Para-sermaye ilişkilerini kullanarak medyayı denetim altına aldı. Büyük idealleri vardı. Ilımlı İslam’ın temsilcisi olarak bölgesel    nüfuz alanı edinmeye  çalıştı.

         Fakat 15 Temmuz’da emperyalizmin  darbe girişimi ona gerçeği gösterdi. Cumhuriyet’in ideolojik zeminini yıkmış, onun muhafızı olan ordunun  gücünü kırmış, böylece görevini tamamlamıştı. Onu ülkenin başına getirenler bu kez iktidarı  terk etmesini, işgal ettiği yeri bizzat kurduğu rejimin gerçek  temsilcilerine bırakmasını istiyorlardı. Bunu anladığı anda mücadeleye başladı.

         Sayın Reis’in McKinsey’i kovma girişimi sahiciyse, kendi eliyle yarattığı işbirlikçi yeni zenginler sınıfıyla çatışması kaçınılmazdır. “Bu can bu tende oldukça hiç kimse Türkiye’yi yeniden uluslararası kuruluşların denetimine sokamaz!” Etkileyici sözler! McKinsey’i ona nasıl kakaladıklarını bilmiyoruz. Yakın çevresinden gelen bir baskı altında olduğunu ve direndiğini anlıyoruz. Sanki Jean Aguerra!

         Peki bu direnme tavrının  gerçek sebebi ne olabilir? En güçlü ihtimal, Abdülhamit dizisinin  etkisinde kalmış olmasıdır (Ferman ola ki bundan böyle memâlik-i şâhâne’de her kim McKinsey nam  ecnebi şirketle halvet  olup işret ederse…). İkinci ihtimal, ekonomiyi “müstevlinin siyasi emelleriyle tevhit” etmesinin yol açtığı tepkileri yaklaşan yerel seçimler açısından değerlendirerek  takıyye yoluna sapmış olmasıdır. Devlet yönetimi ciddî ve güvenilir olmayınca her şey olabilir.

Belki de  ansızın  antiemperyalist bir bilinç sıçraması yaşadı. Nitekim bazen Fidel Castro gibi konuşuyor (Aora, Adelante! Eschucha, Yankee..!). Gerçek buysa,  yeni zenginler sınıfına ve rantçılara savaş açacak, danışmanlarına yol verecek, özelleştirilen her şeyi kamulaştıracak, tarımı canlandırarak ulusal ekonomiyi yeniden kuracak, Türk Ordusu’nun kurumlarını ve emir komuta birliğini askerlere iade edecektir. Bu durumda ben gidip AKP’nin Çankaya ilçe örgütüne üye olmazsam eğer -moda tâbirle- namerdim! Hem ateist hem sosyalist birini kabul ederler mi, orasını bilemem…

Yerel seçimlerden sonra bu McKinsey ve bağımlılık meselesini daha derinden kavrayacak, etraflıca ele alacağız.  Aydınlık, 08. 10. 2018