“SÖYLEDİM VE RUHUMU KURTARDIM”

Yavuz Alogan

         Her yazar içinde yaşadığı çağın koşullarıyla sınırlıdır. Tarihin çok eski zamanlarına dair olsa da anlatılan olaylar ve yaratılan karakterler  yazarın içinde yaşadığı toplumsal koşulların izini taşır.  Bu çerçeveyi aşıp da bütün zamanlara hitap edebilen, yarattığı karakterlerle sadece   kendi döneminin insanlarını değil, bütün  insanlığı etkileyebilen yazar çok azdır.

          Miguel Cervantes  Saavedra  bu yazarlardan biridir. Ne zaman doğduğu bilinmez, fakat ölüm tarihi ve yeri  kesindir:  23 Nisan 1616, Madrid.

         Tuhaf bir hayat yaşamış, sokak kavgalarında adam yaraladığı için zindanlara atılmış,  askere yazılmış, 1571’de  Osmanlı donanması ile İspanyol-Venedik Armadası arasında Lepanto Körfezi’nde (İnebahtı) patlak veren  deniz savaşında   cansiperane savaşmış, göğsünden iki yara almış ve bir top güllesi sol elini uçurmuştur.

         Bütün bu olup bitenlerden sonra Cervantes ortadan kaybolmuş ve  Becerikli Şövalye  Mancha’lı Don Quixote’yi (bildiğimiz Donkişot) yazmıştır. Aslında şövalyeye Don Kihote dememiz daha uygun olurdu; lakin,  transliterasyon sorunu yüzünden, tıpkı Shakespeare’e Şaksiper ya da Şekispiyer denildiği gibi, “mahzun yüzlü şövalye”nin adı da dilimize Donkişot olarak girmiş ve öylece kalmıştır.

         Don Kihote anakronik bir figürdür.  Yaptığı şeyler insana komik gelir. Mağrur ve kayıtsız birer düşman gibi yükselen  yel değirmenlerine elde kargı saldırarak perişan olması; şişko hancıyı büyük bir asilzade,  çirkin karısını soylu bir prenses, üzerine bindiği sütçü beygirini gerçek bir süvari küheylanı, kafasına geçirdiği tıraş çanağını düşmana korku salan ışıltılı bir miğfer, Aynalar Şövalyesi kılığına bürünen bakkalı (yoksa kasabın çırağı mıydı?) en büyük düşmanı gibi gördüğü için insanları güldürmüştür.

         Don Kihote umutsuz ve imkânsız hedefler uğruna beyhude mücadele eden bir hayalperest olarak görülmüştür. Ama gerçek öyle değildir. Aslında Şövalye, insan cesaretinin şâhikasıdır. Onurlu ve adil bir dünya uğruna mücadele eden insanın  sonsuz hayal gücünü yansıtır.  İyilerin koruyucusu ve cezalandırıcısıdır kötülerin… Kılıcını bu uğurda kullanmak ister.

         Nitekim Che Guevara’nın  Bolivya’da ölmeden önce girdiği son silahlı çatışmada kaybettiği çantasından çıkan iki kitaptan birinin  Manchalı Şövalye olması tesadüf değildir (diğeri, Lev  Troçki’nin Rus Devrim Tarihi’dir). Yeşil bereliler ve CIA’nın adamları, onun Villagrande’den ayrıldığını bu çantayı inceleyerek saptamışlardır.

         Don Kihote öyküsünün  yüzyıllara hükmetmesinin bir nedeni de elbette devrimcilerdir. Kendisinden çok daha büyük, devasa güçlere meydan okuyan, durum ne kadar umutsuz  olursa olsun mücadeleden vazgeçmeyen, her yenilgiden bir zafer çıkarmayı hayal eden, insanda en çok iyi ve soylu olanı görebilen,  en azılı düşmanından bile centilmence bir dövüş bekleyen insan, devrimcidir.

         Onun ruhunu Dresden barikatlarında kükreyen Bakunin’in sesinde; İtalya’dan Latin Amerika’ya,  İngiltere’den Mısır’a kadar indiği her limanda işçileri ayaklanmaya çağıran Errico Malatesta’nın hayal gücünde; “Teori gridir, hayat ağacı yeşil” diyen Rosa Luxemburg’un  Spartakus Bund’unda; Paris Komünü savaşçılarında; Troçki’nin IV Enternasyonal’inde ve 1938 Geçiş Programı’nda; Lenin’i eleştiren Maksim Gorki’nin mektuplarında buluyoruz.  

         Şu sözler, mesela, Don Kihote’ye ne kadar yakışırdı: “Ölmekten korkmamalıyız! Güneş doğuyor. Hayatlarımızı feda edelim!  Tanrı bize yataklarımızda ölmeyi nasip etmesin!” (Henüz Stalin olmayan Yosif Visaryonoviç “Koba”nın, büyük Bakü grevini başlatmadan önce  işçilere yaptığı konuşmadan. Daha sonra işçilerle votka kadehini tokuşturur; ertesi gün  Rotschild rafinerisini ateşe verir ve büyük grev başlar. Sene, 1901’dir.

Kıssadan Hisse

İnsan biraz da kendisi için devrimcidir, fakat hiç kimse tek başına devrimcilik yapamaz. Bu yüzden bütün devrimci düşünürler, “bir ruh hali olarak devrimcilik” ile kitleleri harekete geçirmeyi hedefleyen devrimciliği birbirinden ayırmışlardır.  Lenin’in  bilinen ilk yazılarının hepsinde,  bir önceki dönemin yalnız ve devrimci Narodnik tiplemesine  biraz alaycı göndermeler vardır. Bu alaycılık, “araştırdım, inceledim, söyledim ve ruhumu kurtardım, böylece huzur buldum,” diyen, dönemin entelektüel muhaliflerini de kapsar.

Aslında yazının başlığına koyduğum söz, bilindiği gibi, Marx’a aittir. Alman Sosyal Demokrasisi’nin Gotha Programı’na ilişkin notlarını bu sözün Latincesiyle bitirir: dixi et salvavi animam meam.

Bu sözü özgün bağlamından kopararak günümüze getirdiğimizde, herkesin söyleyip ruhunu kurtarma imkânlarının neredeyse sınırsız biçimde genişlemiş olduğunu görürüz.  Duvar’ın yıkılması ve dünyanın dengesinin bozulmasından sonra  kapitalist sistemin en büyük başarısı, iletişim devriminin ortaya çıkardığı teknolojik ürünlerin yardımıyla, her türlü potansiyel muhalefeti  geniş bir kuşatma ve sıkı bir gözetim altında tutmayı becerebilmiş olmasıdır. 

Kuşatılmış alanda her şeyi sorgulayabilir, yazıp söyleyebilirsiniz. Siyasi partiler kurabilir, dergiler çıkarabilir, kitaplar yazabilir, hatta televizyon yayınları yapabilirsiniz. Sizi GSM operatörlerinden, internet sunucularından sürekli olarak izleyebilir, potansiyelinizi ve yarattığınız etkinin çapını grafik olarak ölçebilirler.  Öte yanda, geniş kitleler tam bir medya bombardımanı altında, kendilerini olduklarından çok başka türlü görmeye yöneltilirler.  Sıradan insanı öyle bir hale getirmişlerdir ki borçlanarak her şeye sahip olabileceğini, sahip oldukça daha mutlu olacağını sanır ve bir anafor içinde kendi geleceğini,  kendisinin ve bütün sülalesinin gelecekteki potansiyel gelirini bugünün tüketim kalıplarına riayet etmek  için açgözlü bir iştahla yiyip  tüketir. Yaşadığı ülkenin tarihini, dünyanın durumunu, herhangi bir siyasi olayı tamamen farklı bir ışıkta  görmesi, kendisini iyi hissetmesi, her şey yolundaymış gibi davranması  sağlanır.   

           Geceleri sokaklar boşalır çünkü herkes televizyon başında dizi film seyretmekte,  dizi kahramanlarında  kendisini bulmakta ve giderek onlar gibi konuşup davranmaya özenmektedir. Her mizaca ve her özleme göre bir dizi film bulmak mümkündür.   Kurtlar Vadisi’nin dış politika analizi, siyasi partilerin yıllarca diplomatlık yapmış uzmanlarının analizinden daha etkili olur. Dışişleri bakanının fena halde çuvalladığı, memleketin savaşın eşiğine geldiği bir sırada, futbol aleminin önemli sorunları ve kahramanları; cinayet, tecavüz,  karı koca ihaneti, mankenlerin ve artistlerin türlü çeşitli hâlleri   ana-akım medyada birden öne çıkar. Bütün bunlar olurken, çoğu seçimle belediyelerde göreve gelmiş yüzlerce Kürt yurttaş açlık grevinde ölümün eşiğine gelmiştir.

         Kapitalist sistem, tüketici dediği sıradan insanın  olağan hayat akışını, tarihinin hiçbir döneminde bugünkü kadar sıkı bir denetim altında tutmayı başaramamıştır.  Elini sıradan insanın beyninin içine sokmuş bir kapitalizmle karşı karşıyayız. Eskiden sadece sömürüyordu; şimdi ruhunu ele geçirip onu kendi suretinde yeniden yaratıyor.

         Yine de üzülmeyiniz. Emperyalist kapitalizmin  bu seferki devrevi krizini bir dünya savaşıyla aşma ihtimali zayıftır, zira ürettiği  askeri teknoloji kendi mezarını kazacak kadar gelişti. Bu yüzden bölgesel savaşlarla idare edecek ve yarattığı felaketleri kendi üzerine çekecek gibi görünüyor. Üstelik, 1929’dan sonraki gibi yeni bir sermaye  birikim modeli geliştirmesine elvermeyecek ölçüde dağıldı ve sanallaştı. Bizzat yarattığı açgözlü veletler sanal alemde dört dönerek en güvenilir bankaların ve sigorta şirketlerinin altını oydu. Dizginsiz kapitalizmin yarattığı açgözlülük ve tüketme hırsı kendi kuyusunu kendi merkezlerinde kazmaya başladı. Pazarlarının genişliği dünyanın sınırlarına dayandı; bencilliği ve alçaklığı, havayı, suyu, ormanları rezil etti. Arabası benzinsiz kalmasın diye katliamlara girişti. Uzayda bir canlı topluluğu bulsa, yeni pazardır diye, hemen  hamburgerini ketçabını mayonezini, cep telefonunu, bilgisayarını, son model arabasını satmaya koşacak.  On parmağının altında on pire, bu seferki krizini nasıl aşacağını düşünüyor.

         Komünist Manifesto’da denildiği gibi:

“Kendi üretim, değişim ve mülkiyet ilişkileriyle modern burjuva toplumu, böylesine devasa üretim ve değişim araçları yaratmış bulunan bu toplum, ölüler diyarının büyüleriyle harekete geçirdiği güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benziyor.”

         Don Kihote’yi zırhlarını kuşanıp, belinde kılıcı, elinde kargısı Rosinante’ye binerek malikânesinden çıkmaya zorlayan dürtü, bir salgın gibi yayılarak, büyücünün hakkından gelecektir. RED,  26.10.2012